İzleyiciler

14 Haziran 2017 Çarşamba

Ren Egzersizi/ Tarihe Damga Vuran Kovalamaca



             20 Mayıs 1941'de bir İsveç kruvazörü fiyordlarda birkaç destroyer ve bir ağır kruvazör tarafından eşlik edilen dev bir Alman zırhlısını tespit ettiğinde tarihin en ünlü kovalamacalarından birini başlatmakta olduğunu biliyor muydu? Elbette haberin büyüklüğünün herkes farkındaydı ve hiç zaman kaybedilmeden deniz canavarının Baltık'ın güvenli sularından Kuzey'e doğru hareket edebileceği bilgisi, Norveçliler aracılığıyla İngilizlere iletildi. Bu, Home Fleet'in komutanı Amiral Towey'in en büyük kabusuydu.

(Altta 254 metre uzunluk ve 50 bin ton ağırlığı ile Avrupa'da inşa edilen en büyük zırhlı olan DKM Bismarck)



              Almanlar Bismarck ve kardeş gemisi Tirpitz'i Avrupa'da ve denizlerdeki güçlerini herkese göstermek için inşa etmişlerdi. Plan Z doğrultusunda, İngiltere'nin denizlerdeki üstünlüğüne son vermeyi amaçlayan geniş bir su üstü savaş gemisi inşa programı kapsamında üretildiler. Bu çelik devler Almanya'nın askeri, politik ve ekonomik gücünün adeta simgesiydiler.  İlk dönemlerini çeşitli hız ve topçuluk eğitimleri ile Baltık Denizi'nde geçirdiler ve Almanya-Polonya arasındaki limanlarda bulundular. Fakat sonunda onları bekleyen asıl büyük görev için içlerinden birinin Atlantik Okyanusu'na açılmasına karar verildi ve "Operation Rheinübung" yani "Ren Egzersizi/Tatbikatı" görevi için Bismarck seçildi. Bu görevde ona ünlü ağır kruvazör Prinz Eugen eşlik edecekti.

(Altta döneminin en kuvvetli ağır kruvazörlerinden DKM Prinz Eugen)



            Daha önce Almanlar Admiral Graff Spee, Scharnhorst yahut Gneisenau gibi gemilerle Atlantik Okyanusu'na açılıp İngiliz tedarik hatlarına saldırmışlar ve oldukça başarılı olmuşlardı. Lakin Spee, Bismarck'ın neredeyse çeyreği kadardı. Dolayısıyla Bismarck'ın Atlantik'e açılması Fransa'nın da çöktüğü bu dönemde, İngiltere'yi savaşta ve hatta hayatta tutan tek damar olan ABD ile arasındaki ikmal konvoylarının sonu demekti. Bu durumda ne pahasına olursa olsun Bismarck önlenmeliydi. Zaten Royal Navy'nin ana üssü Scapa Flow'un yeri, Birinci Dünya Savaşı'nda dahil Almanya'nın okyanuslara açılma rotalarını uzaktan abluka ile kapatmak için düşünülmüş, avantajlı bir pozisyonda bulunuyordu.

               Sonuçta ek verilerle desteklenen istihbarat Towey'i harekete geçirdi. Ayrıca RAF (Royal Air Force) bünyesindeki keşif uçakları Norveç fiyordlarında beraberinde bir ağır kruvazörün bulunduğu dev bir zırhlıyı fotoğraflamışlardı. Bu fotoğrafı tanımak için donanma uzmanı olmaya gerek yoktu, eşsiz silüeti Bismarck'ı hemen ele veriyordu. Fakat zaman daralıyordu ve bu da yetmezmiş gibi denizde kalın bir sis tabakası oluşmaktaydı. Bu tarz bir sis yahut fırtına, tam da Bismarck'ın aradığı fırsattı. Donanma tarihçileri genellikle Bismarck'ın yakıt tankları tam doldurulmadan fiyordlardan ayrılmasının hata olduğunu ileri sürerler. Lakin Bismarck komutası, kaçmak için kullanacakları bu sis perdesinin fazladan yakıttan daha değerli olduğuna karar vermişti. Olayın özü budur.

                 Towey bu noktada Bismarck'ın kötü hava koşullarına güvenerek İngiltere yakınından Atlantik'e açılma ihtimalini düşündüğünden Home Fleet ile Scapa Flow'da kaldı. Ayrıca Amiral Holland'ı filosuyla birlikte İzlanda'ya gönderdi. İzlanda'da konuşlanan bu görev gücü adanın kuzey yahut güneyinde Bismarck'ın tespit edilmesi halinde hemen harekete geçerek önünü kesecekti. Ayrıca Bismarck'ın yerinin tespit edilebilmesi için Atlantik'te bulunan ağır kruvazörler görevlendirildi. Son olarak bir ağır bombardıman filosu Bismarck'ın son görüldüğü fiyordu bombalamak için İngiltere'den havalandı. Fakat kalın sis bulutu üzerinden yapılan bombardıman sonuçsuz kalacaktı. Zira Bismarck çoktan oradan ayrılmıştı.

(Altta County Sınıfı ağır kruvazör HMS Norfolk)



                23 Mayıs'da kardeş ağır kruvazörler Norfolk ve Suffolk yoğun sis içerisinde birdenbire Bismarck ile burun buruna geldi. Silahları ile Bismarck'a zarar veremeyecek olan bu gemiler ile dev zırhlı arasında yalnızca 11 km mesafe vardı. Hemen kaçma manevrasına girişen kruvazörler muhtemelen onlara asırlar gibi gelen dakikalar boyunca Bismarck'ın 15inç/380mm'lik silahlarından gelecek mermileri beklediler. Lakin Bismarck ateş açmadı. Sonuçta mümkün olduğu müddetçe herhangi bir gemiyle çatışmaya girmeden Atlantik'e açılmak için emir almıştı. Amacı tedarik hatlarına saldırmaktı. Herhangi bir gemiyle çatışmaya girip onu batırsa dahi, yaralandığı takdirde tamir için limanlara geri dönmesi gerekecek, Atlantik'e açılma hedefi suya düşecek, alınan tüm riskler boşa gitmiş olacaktı.. Sonuçta yeniden pozisyon alan kruvazörler güvenli mesafeden sis bulutunu da kullanarak Bismarck'ı takip etmeye başladı. Küçük silahları ona karşı etkisiz olsa da, radarları hayati öneme sahipti. Hemen Bismarck'ın yerini ve doğrultusunu tüm filolara ve dahi Ruslara ilettiler. Daha sonra 10 km mesafede Bismarck ile yine burun buruna gelen kruvazörlere bu sefer ateş açıldı fakat isabet kaydedilemedi. Kruvazörler hemen sis barajı uygulayarak arkasına geçip saklandılar.

              Gelen istihbarat doğrultusunda Holland'ın filosu Bismarck'ın önünü kesebilmek için ilerlemeye başladı. Filo Britanya Donanması'nın bayrak gemisi ve gururu HMS Hood ve King George V sınıfı yeni zırhlı HMS Prince of Wales'dan meydana gelmekteydi. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra inşa edilen Hood, Britanya Donanması'nın simgesiydi ve İngilizler tarafından "Yüzen en güzel gemi" olarak anılıyordu. "Mighty Hood" lakabı, yenilmezliğinin ve batırılamazlığına duyulan inancın göstergesiydi. Yine de bu yaşlı battlecruiser özellikle zırh bakımından zamanından geri kalmaya başlamıştı. Prince of Wales son teknoloji ürünü yeni bir zırhlı olsa da, mürettebatı tecrübesizdi ve dörtlü taretleri ful salvoların yarattığı stresten dolayı hidrolik sorunlar yaşıyordu. Yine de bu sorunlar Hood'un güvertesinin yalnızca 76 mm kalınlıkta olması kadar önemli değildi. Bu sebepten, gemi uzaktan yapılan "plunging fire" diye tabir edilen, aşırtmalı, düşüşe geçen mermilere karşı oldukça savunmasızdı.

(Altta Royal Navy'nin bayrak gemisi ve gururu "Mighty Hood" )



            Holland bu problemi, Bismarck'a olabildiğince hızla yaklaşıp aradaki mesafeyi 15 km ve altına düşürerek çözmeye çalıştı. Bismarck'a doğru dönüp tam yol ilerleyecekti. Bu sayede mesafeyi kapatacak, zayıf güvertesine düşecek olan uzun mesafeli aşırtma atışlardan kurtulacak ve nispeten daha kalın olan kemer zırhını kullanabilecekti. Fakat bu durumun yarattığı handikaplar da vardı. Düşmana burnunu döndüğü andan itibaren arka kısımda bulunan 2 taretini düşmana ateşleyemeyecekti. Yine de Holland bu yolu seçti. Zira Bismarck'ın kaçması ihtimalini göze alamazdı.

            Normalde seyir halindeki savaş gemilerinde daha büyük ve zırhlı olan gemiler öncülük yapar. Lakin Almanlar bu seyirde bu kuralı yıkmış ve Prinz Eugen'i önden göndermişlerdi. Zaten silüet olarak birbirine oldukça benzeyen Prinz Eugen ve Bismarck'ı, eski hedef bulucuları ile tam olarak ayırt edemeyen Holland, ölümcül bir hata yaptı ve Hood ile Prince of Wales'e öndeki gemiye ateş açma emri verdi. Öndeki geminin Bismarck olduğunu düşünüyordu. Halbuki ondan daha az zırhlı ve daha hızlı olan Prinz Eugen'e ateş açmaktaydılar. Bismarck'ın hız ve manevra olanaklarına göre hesaplanıp yapılan bu atışlar Prinz Eugen'i vurmaktan uzaktı. Öte yandan Prince of Wales'in daha gelişmiş hedef bulucularını kullanan subaylar bu ölümcül hatayı çok geçmeden fark etti ve ateşi gerideki gemiye, yani Bismarck üzerine yoğunlaştırmaya başladılar. Lakin Prince of Wales'in hidrolik problemleri bariz olan taretleri, daha ilk atışlarda strese dayanamayıp arızalanmaya başlamıştı bile. Özellikle dörtlü taretlerde her atıştan sonra bir arıza meydana geliyor ve birkaç top servis dışı kalıyordu.

(Altta tek twin taretine ek olarak burun ve kıçta birer quadruple (dörtlü) taret taşıyan King George V sınıfı zırhlı HMS Prince of Wales)



          Hood bu noktada Bismarck'a yanlarını döndü. Amaç tüm taretleri ateşleyebilmekti. Gemi manevrasını henüz tamamlamışken Prinz Eugen'den gelen 8inç/203 mm'lik bir top güverteyi delip geçerek uçaksavar mermilerinin olduğu bölmeyi infilak ettirdi. Bir süre gemide ve kaptan köşkünde yanan denizcilerin çığlıkları yankılandı.. Lakin kaptan Holland sakinliğini koruyordu. Artık yanlış gemiye ateş açıldığının farkına varmıştı ve her iki İngiliz gemisi de tekrar Bismarck üzerine ateş açmak için hesaplamalar yapıyordu. Hood yine Bismarck'tan geminin burun ve kıç kısmına iki isabet daha aldı. Bismarck'ın dakika başına atış sayısı çok üstündü. Prince of Wales'in kaptanı Bismarck'ın silahlarından yayılan son bir parıltı daha gördüğünde Hood için artık çok geçti. Mermilerden biri Hood'un ana direklerinden birinin tam dibine düşüp ana cephaneliğe kadar girdi ve orada patladı. Merminin güverteye çarpmasından yaklaşık iki saniye sonra yüksekliği 200 metreyi bulan devasa bir ateş sütunu göğe yükselmeye başladı. Prince of Wales'den olayı izleyenler daha şoku atlatamadan devasa bir patlama 262 metre uzunluğundaki Hood'u ikiye böldü. Bu öylesine şiddetli bir andı ki, geminin burun kısmı kendisinden kopan kıç kısmını arkadasında bırakarak bir müddet daha ilerledi.. Gemiden atlamaya çalışan genç denizcilerden biri arkasına baktığında Amiral Holland'ı bir koltukta otururken gördü. Amiral gemisiyle birlikte batma kararı almıştı.

(Savaş sırasında Prinz Eugen'in güvertesinden çekilen bu fotoğrafta Bismarck dev ana silahlarını Hood'a ateşlerken görülüyor.)



           Sudaki denizcilerden Ted Briggs (HMS Hood mürettebatından hayatta kalan son isim, 2008'de öldü) kafasını kaldırıp Hood'a baktığında o tarifsiz görüntüye şahit oldu. Dev gemi ikiye bölünmüş, burun kısmı dikine bir şekilde sudan yükselmekteydi. Tam bu esnada ön taretlerden son bir atış daha yapılır. Elbette bu atış kontrol hesaplamalarından yoksun atış Bismarck'a isabet etmez. Fakat Mighty Hood savaşarak ölmüştür. Hood sulara gömülürken, Prince of Wales aynı anda hem manevra yaparak Hood'un enkazına çarpmamaya, hem de ikiye tek durumda düşmana karşı koymaya çalışmaktaydı. Bismarck'a isabet kaydettiği bir anın hemen ardından kaptan köşkünden vuruldu. Ne varki zırh delici mermi kaptan köşkünü delip geçmiş ve içerde patlamamıştı. Şansı bununla da bitmedi, yine kemer zırhını delip cephaneliğin içine düşen bir Alman mermisi patlamadı. Cephane imha ekibinin gelmesini bile beklemeyen denizciler mermiyi sırtladıkları gibi denize attılar. Mücadeleyi kaybettiğini anlayan Leach duman barajı oluşturarak Bismarck'ı uzaktan takip eden kruvazörlerle buluşmak için kaçış manevrasına girişti ve komutanlığa şu tarihi mesajı iletti "Hood havaya uçtu"..

(Altta Bismarck ile Hood'un top düellosu. Görüntüler Prinz Eugen'in güvertesinden çekilmiştir. Videoda önce Bismarck ve Prinz Eugen'in normal seyirleri, süre 1.15'ten itibaren de Bismarck'ın Hood'a yaptığı atışlar görülmekte. Bismarck'ın gerisine ve önüne düşüp dev su sütunları oluşturan atışlar da Hood ve Prince of Wales'in ana silahlarından gelmekte. Son olarak videoda ufukta sağda infilak eden Hood'dan çıkan dumanlar ve onun solunda Prince of Wales'in baca dumanı görülmekte. İzlemek kesinlikle eşsiz bir deneyim)




              Hood'un batışından bir saat sonra olay yerine ulaşan bir İngiliz destroyeri, hayatta kalan denizci olup olmadığına baktı. Lakin 1418 kişilik mürettebattan yalnızca 3 denizci kurtarılabilmiştir. Hood'un kaybının yarattığı şoku atlatmaya çalışan Amiralliği, İngilizlerin efsane başbakanı Winston Churchill aradı ve donanmanın yüzebilen tüm gemilerine ve uçaklarına tarihi emrini verdi "Bismarck'ı batırın."

(Altta Winston Churchill)



             Emri Cebelitarık civarında alan HMS Ark Royal uçak gemisi, hemen takibe katıldı ve torpido bombacılarını hazırlamaya başladı. Ayrıca güçlendirilmek için Amerika'ya doğru yola çıkmış olan, 406 mm'lik ana silahlarla donatılmış HMS Rodney zırhlısı da geri dönerek takibe katıldı. Üstelik İngilizlerin işini kolaylaştıran çok sayıda durum vardı. Öncelikle radarlarla donatılmış kruvazörleri Bismarck'ı güvenli mesafeden göz altında tutabiliyordu. Ayrıca hava keşif unsurları Bismarck'ın ilerlerken arkasında kalın ve çok rahat görülebilen bir yağ tabakası bıraktığını saptadı. Muhtemelen Prince of Wales'den aldığı isabetlerin birinde yakıt tankı delinmişti ve denize yakıt sızdırıyordu. Bu da takip edilmesini kolaylaştırmaktaydı. Burada başa dönüp şunu hatırlayalım. Bismarck Norveç fiyordlarından sisten yararlanarak kaçabilmek için acele etmiş ve yakıt tanklarını tam doldurmamıştı.. Bu yakıt kaybı, bu sebepten daha da kritik bir durum yaratmaktaydı.

(Altta HMS Ark Royal uçak gemisi)



            Takip sırasında zaman zaman taktik oyunlar da oynanıyordu. Bir ara Bismarck sislerin içinden görünüp takip filosuna ateş açmaya başladı. Prince of Wales da karşılık verince bir çatışma kaçınılmaz gibi göründü. Fakat daha sonra Bismarck teması keserek tekrar kuzeye yöneldi. Bu olayın ardından Bismarck'ı takip eden gemiler radarlarında artık yalnızca tek bir geminin göründüğünü fark ettiler. Bismarck, Prinz Eugen'in güvenle kendisinden ayrılıp Fransa'ya dönebilmesi için böyle bir manevraya girişmiş ve İngilizleri oyalamıştı. Daha sonra HMS Victorious uçak gemisinden kalkan modası geçmiş swordfish uçakları Bismarck'ı tespit etti ve bir torpido saldırısı düzenledi. Bu uçaklar o kadar eskiydi ki Bismarck'ın son model uçakları vurmak için tasarlanmış uçaksavarları onlara karşı etkisiz kalıyordu. Ayrıca zırh barındırmayan ve kumaşla kaplı gövdeleri, uçaksavarlardan atılan mermilerin patlamadan delip geçmesine neden oluyordu. Yine de ana silahlardan denize ateş açılarak yaratılan su sütunlarına çarpan birkaç swordfish düşme tehlikesi geçirdi. Atılan torpidolardan sadece biri isabet etti ve zırh kemerine vurduğu için ciddi bir hasara sebep olmadı.

(Altta Swordfish torpido bombacısı)



              Aynı anda Bismarck'ı radarlarla takip eden ekibin başka sorunları vardı. Etrafta Alman denizaltılarının bulunabileceği şüphesiyle zigzaglar çizerek ilerlemeye başlamışlardı. Bu manevralar esnasında Bismarck'ı her 20 dakikada bir radar ekranında kaybedip tekrar bulmaktaydılar. Yine bu manevralardan birinde, sabaha karşı saat 03:30'da Bismarck radardan kayboldu ve bir daha görünmedi. Bu durumda yapılacak tek şey haritaların başına çöküp Bismarck'ın olası rotasını tahmin etmekti. Geminin yakıt tanklarının delindiği ve yağ izi bırakarak ilerlediği biliniyordu. Yani gemi tamir için tekrar geldiği yer olan Norveç'e ya da Alman işgali altındaki Fransa'da bulunan Brest gibi limanlara gitmeliydi. Elbette Bismarck'ın önemli bir isabet almamış olma ihtimali de vardı. Bu durumda Atlantik'te bir tamir gemisi ve tankerle buluşup yakıt aldıktan sonra ikmal konvoyu avına çıkabilirdi.

           Towey, yakıtı azalan gemilerine takibe devam edebilmek için İzlanda'da yakıt ikmali yapılması emrini verdi. Ayrıca HMS Rodney zırhlısını Bismarck'ın Fransa'ya yönelmesi ihtimaline karşı önleme noktasına gönderdi. Bismarck ile son temasından arasından 6.5 saat geçmişti. Bu zaman zarfında İngiliz şifre kırıcılar Enigma'nın her gün değişen ayarlarını kırıp okuyabildikleri kadar mesaj okuyabilmek için seferber olmuşlardı. Aradıkları en önemli bilgi Bismarck'ın pozisyonu idi. Telsiz parmak izi yahut Enigma mesajlarından aradığını bulamayan İngiliz tarafında, bir istihbaratçı önemli bir ayrıntı fark etti. Bismarck'a daha önce hep Almanya'da bulunan vericilerden mesaj iletiliyordu. Fakat son saatlerde mesajlar Paris'ten iletilmeye başlamıştı. Bu geminin Alman vericilerinin menzilinden çıktığının dolayısıyla Norveç'e değil, Fransa limanlarına doğru gittiğinin göstergesiydi. Zaten basit mantıkla hali hazırda Atlantik kıyısında bulunan Fransız limanlarına gitmek yerine Bismarck'ın Norveç'e dönmesi çok mantıksız olurdu. Tamirden sonra Royal Navy tarafından korunan suları tekrar geçme riskini alması gerekecekti. Oysa Fransa'dan tamirler biter bitmez direk Atlantik'e açılabilirdi.

(Altta HMS Rodney. Çok yavaştı, önemli sorunları vardı, hız yapmaya çalıştığında kazan dairesi dayanılmaz sıcaklıklara ulaşıyordu... Fakat 406 mm'lik ana silahları Royal Navy'nin sahip olduğu en büyük silahlardı. Ayrıca geminin 3 taretinin hepsinin önde bulunması ona farklı bir görünüm vermektedir. )


 
           Bu hayati bilgiler Towey'e hemen ulaştırıldı. Lakin sinyal ve yer tespiti sürecinde matematiksel bir hata yapan Towey, Bismarck'ın Kuzey'e, Norveç'e doğru yöneldiğini düşünerek tüm gemilere Bismarck'ın son bilinen pozisyonunun Kuzey'ine yönelme emri verdi. Bismarck ile son temasın üzerinden 14 saat geçmesinin ardından İngiliz şifre kırıcılar, Bismarck'ın Fransa'nın Brest limanına gittiğini söyleyen bir mesajı deşifre etti.  Bayrak gemisi HMS King George V'de saatlerdir yanlış yöne doğru ilerleyen Towey sonunda hatasını anlamıştı. Bismarck ile son temastan 31 saat sonra, Amerikan üretimi Catalina uçakları Brest'in 1125 km açığında yağ sızdıran bir gemi tespit etti. Bu menzilde Bismarck'a müdahale edebilecek en uygun gemi HMS Ark Royal uçak gemisi idi. Ark Royal'den havalanan ilk swordfishler yanlışlıkla Bismarck yerine onu radarla takip için gönderilen İngiliz kruvazörüne torpido saldırısı yaptılar. Ne var ki yeni denenen manyetik torpidolar patlamadı ve İngilizler dost ateşi ile kayıp vermekten kurtulur. Hatayı fark eden pilotlar daha sonra tekrar mühimmat ve yakıt ikmali için Ark Royal'e döndüler. Ellerinde Bismarck'a doğru düzgün bir saldırı yapabilmek için tek bir şans kalmıştı.  Zira saat 20:45'de havalandılar ve çok yakında hava kararacaktı. Ayrıca sonraki gün Bismarck Alman Hava Kuvvetleri Luftwaffe'nin koruma menziline girecekti.
         
          15 swordfish pilotu bu şartlarda ilerledi. Bismarck onlara yine tüm görkemiyle ateş yağdırmaktaydı. O gün o saldırıda olan pilotlardan biri, Bismarck'ın ana silahlarından ve uçaksavarlarından çıkan ateş yağmurunu, püsküren bir yanardağa benzetmişti. Bu saldırıda bazı swordfishler 200'e yakın mermi hasarı almasına rağmen, kumaş ve hafif gövdeleri sayesinde infilak edip düşmedi. Tüm swordfishler torpidolarını bıraktı. Biri Bismarck'ın kalın kemer zırhında patladı ve hasara sebep olmadı. Lakin bir tanesi geminin kıç kısmında infilak etmişti. Görünürde gemi ciddi bir hasar almamış gibi yüzmeye devam etmekteydi. Hatta Ark Royal'e dönen pilotlar başarısız olduklarını bile söylediler. Gerçek sonradan anlaşıldı. Patlayan son torpido, Bismarck'ın dümen tertibatını kilitlemiş ve gemi giriştiği kaçma manevrasından kurtulamayarak sürekli daireler çizmeye başlamıştı. Towey hemen tüm destroyerlere tanzim atışı yapmalarını emretti ve sabah olmasını bekledi. Bismarck ile ideal koşullarda savaşmak istiyordu. Buradaki ilginç parantezlerden biri, ateş açan destroyerlerden biri Almanya'nın Polonya işgalinden kaçıp İngiltere'ye sığınan bir Polonya destroyeri idi ve ateş açarken Bismarck'a "Ben Polonyalıyım" mesajını iletti.

          Sabah 9'a doğru İngiliz planı işlemeye başladı. Buna göre zırhlılar HMS King George V ve HMS Rodney ile ağır kruvazörler Dorsetshire ve Norfolk Bismarck'a dört ayrı yönden saldıracaktı ve onu ateşini bölmeye itecekti. Zırhlılar Bismarck üzerine 19 km'den ateş açmaya başladılar. Karşılıklı top düellosundan sonra Rodney'in menzilini tam olarak tespit eden Bismarck ateş açamadan atış kontrol dairesinden vuruldu. Emir komutanın kilitlenmesi sebebiyle silahları bir süre sustu. Bu arada İngiliz zırhlıları ikiye ayrılarak Bismarck'ı kıskaca almaya başladılar. Bismarck bu harekete henüz zarar görmemiş olan kıç atış kontrol sistemini devreye sokabilmek için dönerek yanıt verdi. Bu sayede atılan salvolar King George V'i çok yakından ıskaladı. Bu arada B taretinden vurulan Bismarck'ta, patlamanın etkisiyle A tareti de devre dışı kalmıştı. Zaten atış kontrol sistemlerinin aldığı hasarlardan dolayı atışlar düzensiz ve gelişigüzel yapılmaya başlanmıştı. Bundan istifade eden ağır kruvazörler de menzile girerek Bismarck'a ateş etmeye başladı. 203 mm'lik topları ile onun zırhını delemezlerdi. Lakin yaptıkları atışlar zırhsız üst güvertede hasara sebep oluyordu ve hatta atış kontrol sistemlerini parçalamışlardı.

(Altta Bismarck'ın ana atış kontrol sistemleri ve mesafe ölçerleri.)



       
           Sabah 09:30'da Bismarck'ın 380 mm'lik ana silahları son salvolarını ateşledi ve tamamen sustu. Bu arada Rodney 2 km'ye kadar yaklaşmış ve 406 mm'lik silahlarıyla gemiyi yaylım ateşine tutmaktaydı. Bismarck'ın gövdesi aldığı isabetlerden dolayı kızarmıştı ve suya her temas edişinde buharlar çıkıyordu. Ayrıca güverte yangınlarla kaplıydı. Ne var ki 2 zırhlı ve 2 ağır kruvazörün ellerindeki tüm silahlarla inanılmayacak kadar yakın mesafeden yaptıkları sayısı belirsiz atışlara rağmen Bismarck batmamakta direniyordu. Sürekli ateş etmenin yarattığı stresten dolayı İngiliz gemilerinde camlar kırılmaya ve plakalar arasından su sızmaya başlamıştı. Lakin 50 dakika boyunca aldığı 2800 büyük kalibreli top isabetine rağmen Bismarck hala yüzüyordu. Saat 10:30'a doğru İngiliz gemileri silah susturdu. Dorsetshire kruvazörü Bismarck'ın yanına gelerek 3 torpido ateşledi. Gemi daha sonra hafifçe yan yatıp kıç tarafında doğru batarak gözden kayboldu. Fakat geminin torpido isabetleri sonucu değil, kendi mürettebatının su kapaklarını açması sonucu battığına dair önemli kanıtlar vardır. Sonuçta Alman "turtleback armor" zırh anlayışının ne kadar başarılı olduğu görülmektedir. Jutland'da da sayısız isabetler alan SMS Seydlitz gibi gemilerin batmadan Almanya'ya dönebilmesi, bu alandaki Alman geleneğinin başarısını ortaya koyar.

          Finalde Bismarck batmıştır ve Dorsetshire kurtulanları güverteye almak için yanaşmıştır. Bir grup gemiye alındıktan sonra bir Alman denizaltısı fark edilir. Kaptan risk almayarak kalan denizcilerin arkada bırakılarak olay yerinden uzaklaşılmasını emreder. Bismarck'ın 2200 kişilik mürettebatından yalnızca 114 kişi sağ kurtulabilmiştir.

(Altta Bismarck'ın enkazı)



          Bismarck'ın batışının etkileri büyük oldu. Her ne kadar görünürde Alman propagandası onun kaybının şövalyelere layık efsanevi bir son direniş olarak lanse etse de, Hitler zaten hep soğuk olduğu su üstü savaş gemilerine olan ilgisini kaybetmişti. Su üstü savaş gemilerine inanan Eric Reader popülaritesini kaybetti ve tarihte görülen en büyük zırhlıların inşa edilmesini kapsayan "Plan Z" rafa kaldırıldı. Bismarck'ın kardeş gemisi Tirpitz ve diğer büyük gemiler artık Baltık ve Norveç kıyılarında defansif pozisyonlarda bulunacaktı. Hitler konvoylara saldırma işini denizaltılarına bırakmaya karar verdi. Artık donanmada yeni gözdesi ve komutası denizaltılara inanan Karl Dönitz idi. Zaten ilerleyen haftalarda Hitler İngiltere'ye olan ilgisini iyice kaybedecek ve Sovyetler Birliği'ni işgal etme hayaliyle Barbarossa Operasyonuna başlayacaktı. Sonrası İkinci Dünya Savaşı'nın bilinen tarihidir.

           

           
               

21 Mart 2017 Salı

Mausolus - Mozole. Bir Ölümsüzlük Hikayesi

 Anadolu birçok farklı kültürün geçiş ve yerleşme noktası olduğundan dolayı, çok zengin ve farklı adetlere de ev sahipliği yapar. Çeşitli gelenekler, inançlar ve adetler kendisini ölü gömme konusunda da gösteriyor.
            İnsanlığın ilk yerleşimlerinden olan bazı höyüklerde ölülerin evlerin altına gömüldüğü görülüyor.
            Bunun yanında Balkanlardan Anadolu'ya giriş yapan Frigler ile birlikte tümülüslerle tanışıyoruz. Tümülüs çok nadir bir olgu değil, Orta Asya ve Çin'den Avrupa'ya değin her yerde onlara rastlanabiliyor. Lakin Alyattes Tümülüsü dünyadaki en büyük tümülüsler arasında yer alması bakımından ünlüdür. Aynı şekilde Homeros'un İlyada'da Patroclus'un cenaze töreni ile ilgili anlattığı ayrıntıların hemen hemen aynılarını, ondan bin sene önce yazılmış Hitit tabletlerinde bulabiliyoruz. Tüm bunlar Anadolu'nun ölü gömme adetleri açısından da bir geçiş noktası olduğunun kanıtlarıdır.
           Gelelim en ilginç olana. Pers İmparatorluğu'nun Anadolu'ya hakim olduğu dönemlerde, Güneybatı Anadolu'nun Pers Satrapı Mausolus mezar anlayışımızı kökünden değiştirecek bir projenin temellerini attı. Bir satraptan ziyade bağımsıza yakın bir kral gibi hareket eden Mausolus muhtemelen büyüklük hayali olan, kalıcılık hevesi olan, büyük bir krallık hatta belki imparatorluk yönetme ihtirası olan bir yöneticiydi. Halikarnas'ı baştan dizayn eden Mausolus, şehre yaklaşan herkesin ilk anda görebileceği bir eseri de bu şehir dizaynının baş köşesine yerleştirdi. Bir anıt mezar!
          Mermerden yapılan bu büyük eserin  kenarlarında kabartmalar bulunan yüksek bir kaidesi, İon sütunlarının taşıdığı piramit biçiminde bir çatısı ve en tepesinde, Kral Mausolus ve karısının sürdüğü dört atlı bir araba heykeli bulunmaktaydı.


            Ne var ki Mausolus'un ömrü bu yapının bittiğini görmeye yetmedi. Hatta ondan sonra karısı, kardeşleri bile inşa ile uğraşmaya devam ettiler.
           M.S 12. yy'da bile anıtın ayakta görülebildiği biliniyor. Bu da ortalama 1500 sene yıkılmadan kaldığını kanıtlar. Daha sonra depremler neticesinde yıkılan eserin kalıntıları, Rodos şövalyeleri tarafından Bodrum kalesinin surlarını güçlendirme amacıyla kullanılmıştır. Bugün hala surlarda bu kalıntılara ait beyaz mermerler ve sütun parçaları görülebilir.
           Sonuçta Mausolus bir nebze de olsa adının sonsuza dek yaşaması hayaline kavuşmuş sayılabilir. Nitekim o günden sonra büyük kahramanlar için yapılan anıt mezarlar Mausoleion'dan alınan ilhamla Mausoleum-Mozole şeklinde anıldı.

(Altta Büyük Kahraman Atatürk'ün Mozolesi)


10 Mart 2017 Cuma

Kaybolmuş Canlılar




Dünya bundan uzuuun zaman önce günümüzden çok farklı görünüyordu. Çevre, hayvanlar ve hatta atmosfer bile. Daha çok Mezozoik süresince yani Trias, Jura ve Kretase boyunca yaşayan dinozorları ve bazı sürüngenleri konuşağız. Evet Dünya oluştu, 3.8 milyar yıl önce canlı yaşam ortaya çıktı, kahraman siyanobakteriler atmosferi yeniden dizayn etti ve pompaladıkları oksijen yaşamın patlama yapmasına sebep oldu. Bu aynı zamanda çok fazla yayılan bu türlerin atmosferdeki karbondioksit miktarını düşürmesini, ilk masif yok oluşları ve buzul çağlarını da başlatan olaydır.

Kambriyen Patlaması, ardından Ordovisyen, Silüryen ve bitkilerin suya bağımlı sürünücü, küçük otsu bitkiler olmaktan çıkıp odunsu gövdeleri ve 30 metreyi bulan boylarıyla ortaya çıktığı Devoniyen... Ardından kömür yataklarının oluştuğu Karbonifer geldi. Yoğun bitki örtüsünün ürettiği oksijen, nem ve diğer bazı faktörler böceklerin gelişip çeşitlenmesi için iyi bir fırsattı. Ayrıca omurgalılar bu dönemde iyiden iyiye karada çeşitlendiler. Sonrasında gelen Permiyen'in sonunda masif bir kitlesel yok oluş daha yaşandı ve deniz yaşamının neredeyse %90'ı yok oldu. Kara canlılarının da yarısından çoğu tükense de bitki grupları ve sürüngenler genellikle bu olayı atlatmayı başardılar. Deniz yaşamının neredeyse tamamen son bulmasına karşın kara yaşamının bu durumdan o kadar fazla etkilenmemesi, bu yok oluşa bir meteorun neden olduğu tezini zayıflatmaktadır.

Gelelim Mezozoik zaman dilimine.. Günümüzden 251 milyon yıl önce başlayıp, 65 milyon yıl önce sona eren bu dönem, yeryüzünde yürüyen en muhteşem canlılara tanıklık etti. Trias, kıtaların ayrılmaya başladığı, ilk küçük memeli türlerinin ve dinozorların ortaya çıktığı dönemdi. Kurak iklim yaygındı. Ilıman ve sığ Tetis Denizi'nde ilk mercanlar oluşmaya başlamıştı ve deniz yaşamı oldukça hareketliydi. Günümüz denizlerinden farkı dev deniz sürüngenlerinin baskın oluşudur. Trias'ın sonlarında meydana gelen nispeten küçük bir yok oluş sebebiyle dinozorların iyice yayılıp güçlenme imkanı buldukları Jura başladı. Kıtalar birbirinden ayrılmaya devam ediyor ve ayrıldıkları levha sınırları boyunca volkanik faaliyetler görülüyordu. Sıcaklık, nem ve dolayısıyla yağış artmıştı. Yükselen deniz seviyesi pek çok karayı örtmüş, sığ denizler oluşmasına sebep olmuştu. Bitki yaşamı da nem ve yağışlar nedeniyle oldukça güçlendi. Jura sonunda dinozorların pek etkilenmediği ama deniz yaşamını çok olumsuz etkileyen bir yok oluş daha yaşanır. Daha sonra Kretase başlar. Dönemden kalan çok sayıda tebeşir yatağından dolayı Tebeşir Devri diye de anılan bu dönem dinozorların altın çağına tanıklık etmiştir. Bu dönemde dinozorlar karaların tartışmasız hakim türü oldular ve devasa boyutlara ulaştılar. Yine en parlak dönemlerinde dinozorlar, Kretase sonunda, yani 65 milyon yıl önce gerçekleşen büyük kitlesel yok oluşta yeryüzünden silindiler. Bu memelilerin şafağı oldu.

Şimdi bu dönemlerde yaşamış başlıca önemli ve ilginç canlı türlerine bakalım.



Trilobit (Kambriyen - Permiyen 500+ - 250 myö)  = 3 lobdan meydana gelen bu canlının adı tri-lobitadan gelir. Sert kabukları nedeniyle fosilleri çok sayıda ve kolay bulunduğundan tarih öncesi devirlerin ikonik canlılarındandır. Permiyen'de meydana gelen masif yok oluşta yani 250 milyon yıl önce nesli tükenen trilobitler dünya üzerinde 270 milyon yıl kalmayı başardılar. Bu açıdan en başarılı erken dönem canlılarındandırlar.

(Altta trilobit fosili. İsterseniz bolca bulunan bu fosillerden uygun fiyatlara satın alabilirsiniz.




Eurypterid (Ordovisyen - Permiyen 470-250 myö) = Yaşamış en büyük eklembacaklılardan biri olan ve basitçe dev deniz akrebi diyebileceğimiz bu tür, çağının dikkate değer avcılarındandı. İsminin kökeni bir çeşit antik Yunan gemisine dayanır. Jaekelopterus gibi bireyler 2.5 metreye kadar büyüyebiliyordu. Bu arada deniz akrebi olarak adlandırılsalar da bunlar gerçek anlamda akrep değillerdir.

(Altta bazı türleri ve 180 cm uzunluğundaki bir insan ile boyut karşılaştırması.)





Dunkleosteus (Geç Devoniyen 380-360 myö) = Tam anlamıyla farklı.. Devoniyen'de yaşamış olan Dunkleosteus, zırhlı balıkların en dikkat çekicilerinden biridir. Öncelikle büyük cüssesi, ilginç görüntüsü ve korkunç ısırma kuvvetiyle dikkat çeker. Ortalama 6 metre boya ulaşan Dunkleosteus'un, ısırma testlerinde bir aracı rahatlıkla ısırarak ortadan ikiye bölebileceği tespit edilmiştir. Ağzında ilk bakışta jilet benzeri büyük dişler varmış gibi görünse de, bunlar diş değil kemik plakalarıdır. Sürekli birbirlerine sürtündüklerinden olsa gerek oldukça keskinler. Ayrıca balığın baş ve ön gövde kısmının zırh benzeri kalın kemik plakaları ile korunması onu diğer deniz canlıları için kayda değer bir rakip haline getirmişti. Vikipedi sayfasında balığın bir köpekbalığı olduğu ve megalodonların neslinin tükenmesine sebep olduğu bilgisi ise kesinlikle yanlıştır.

(Altta Dunkleosteus'un bir dalgıçla birlikte resmi ve balığın zırhlı kafasının fosili.)







Tiktaalik Roseae (Devoniyen 374 myö) =  Eğer Yunan ordularının Truva'ya, müttefik ordularının Normandiya sahillerine yaptıkları çıkarmaları önemli sanıyorsanız bir de Tiktaalik'in yaptıklarına göz atın. Bu müthiş kaşif, hayvanların sudan karaya geçişini temsil eder. Ondan önceki balıklarda başın vücuda sabitlenmesini sağlayan kemik grupları bulunurken, Tiktaalik'in başı vücudundan ayrı hareket edebiliyordu. İlk boyun ve bilek yapılarını onda görüyoruz. Boyun özelliği amfibiler, sürüngenler, kuşlar ve hatta biz memeliler ile ortaktır. Karada yaşamaya, dolayısıyla yerçekimine uygun kemik yapılanması ile Tiktaalik'e içimizdeki balık desek yanlış olmaz. Ondan sonra Eryops gibi sinapsidler Karbonifer boyunca karalarda yayıldılar. 

(Altta Tiktaalik Roseae)







Meganeura ( Karbonifer 300 myö) = Günümüzde helikopter böceği  ya da yusufçuk diye adlandırdığımız böceğe oldukça benzeyen Meganeura'nın boyutları 70 cm'yi aşabiliyordu. Karbonifer'in böcekler için aşırı elverişli ortamı ona bu kadar büyüyebilme imkanı vermiştir. Ayrıca uçabilen bu böceği avlayabilen çok sayıda avcı da bulunmuyordu. 

(Altta Meganeura ) 









Arthropleura (Karbonifer - Permiyen 300-295 myö) = Yeryüzünde yaşamış, bilinen en büyük omurgasızdır. Bu böceği, devasa, 2.5 metre boyunda bir çıyana benzetebiliriz. Hayal etmesi bile rahatsız edici. Bu canlı da Karboniferin bol oksijenli ve az predatorlu ortamından faydalanıp bu boyutlara ulaşmış. Eğer nesilleri tükenmemiş olsaydı, onların sadece otla beslendiklerini bilmek oldukça rahatlatıcı olurdu. 

(Soyu tükenmese, bir orman yürüyüşünde bu tarz karşılaşmalar yaşanabilirdi...) 








Pulmonoscorpius (Karbonifer 358-298 myö) = Şaşalı bilimsel adını bir kenara bırakıp ona akrep dememizde hiçbir yanlışlık yok. Sadece akranları gibi fazla gelişmiş. 70 cm ile 1 metre kadar büyüyebilen bu akrepler günümüz akreplerine oranla çok büyük gözlere sahipler. Bu da onların avcı özelliklerini pekiştirmekte. Akreplerin en önemli özellikleri olan zehirlerine gelecek olursak, Pulmonoscorpius'un zehrinin ne ölçüde kuvvetli olduğu bilinmemektedir. Karnivor olduğu neredeyse kesin olarak bilinmekle birlikte, diyeti hakkında da yeterli veri yok. Muhtemelen yeni gelişmeye başlayan küçük sürüngenler ve diğer böcekgillerle beslenmiş olabilir.


(Altta 180 cm uzunluğundaki bir insanla kıyaslaması görülmekte. ) 







Dimetrodon ( Erken Permiyen 295-270 myö) = Çoğunlukla dinozorlar ile karıştırılan ve onlarla birlikte resmedilen Dimetrodon'un aslında memelilere daha yakın olduğunu bilmek insanı şaşırtıyor. Zaten ilk dinozorlar ortaya çıkmaya başlamadan 40 milyon yıl kadar önce bu nadide hayvan yeryüzünden silindi. Dimetrodon'un fiziksel özelliklerine bakacak olursak; ilk bakışta büyük yelkeni, dişlerle dolu çenesi ve büyük kafası ile dikkat çekmekte. Bu özellikleri ile döneminin apex predatoru olduğu rahatlıkla söylenebilir. Diş yapısından ve genellikle sulak bölgelerde yaşamasından ötürü çokça balıklarla beslendiği düşünülüyor. Yine de zaman zaman bazı büyük böcekleri, sinapsid ve amfibileri de mideye indirmiş olabilir. Hayvanın yelkeni ise amacı tartışmalı bir bölüm. Yaygın kanı bu yelkenin geniş bir damar ağı ile örülü olduğu ve hayvanın vücut ısısını dengelediği yönünde. Eğer damarlarla dolu bu bölümü güneşe tutarsanız sizi ısıtacaktır, tam tersi durumda ise bedenin soğumasına yardım edebilir. Aynı zamanda günümüz kuşlarını, örneğin tavus kuşlarını ele alacak olursak erkek Dimetrodonlar yelkenlerini kur yapmak veya rakiplerinden daha büyük görünmek için de kullanmış olabilir. 

(Altta bir Dimetrodon fosili ve restore edilmiş bir Dimetrodon'un 180cm boyundaki bir insanla karşılaştırması görülmekte)







Moschops ( Orta Permiyen 265-260 myö) = Memeli benzeri canlılardan biri daha. Aslında oldukça biçimsiz görünen bu hayvanlar dönemlerinin en büyük kara canlılarıydılar. Boyları genellikle 2.5 ila 3 metre arasında olurdu. Otla beslenirlerdi. Küt bir kuyruk, büyük bir kafa ve küt otçul dişlere sahiplerdi. 

(Altta bir grup Moschop görülmekte)







Purlovia (Geç Permiyen 298-250 myö) = Türdaşlarına göre büyük bir kafası olan Purlovia'nın en ilginç özelliği köpek dişleridir. Henüz çok yeni bulunan bir tür olduğundan (2011) hakkında çok fazla şey bilmiyoruz. 

(Altta Purlovia Maxima)








Diplocaulus (Permiyen 260-250 myö) = Hem suda hem de karada yaşayan amfibi bir canlı olan Diplocaulus en çok bumeranga benzeyen kafası ile dikkat çekiyor. Semenderler gibi iki ortamda da yaşamaya elverişli kaygan bir derisi bulunduğu düşünülen hayvanın neden böyle bir kafaya sahip olduğu ise soru işareti. Defansif mi? Karşı cinsi etkilemek için mi? Yoksa suda daha hızlı hareket etmesine veya toprağı eşelemesine mi yarıyor bunu bilemiyoruz. Hayvanın genel vücut şeklinden günümüz balinaları ve yunusları gibi yukarı aşağı hareketlerle yüzdüğü tahmin ediliyor. Diplocauluslar genellikle 1 metreye kadar büyüyebiliyorlardı. 

(Altta nispeten iyi korunmuş bir Diplocaulus fosili ile birlikte, hayvanın restore edilmiş bir kopyası görülüyor.)








Helicoprion (Permiyen - Erken Trias 290-250 myö) = Genellikle 3-4 metre boyutlarına ulaşabilen bu köpekbalığı alt çenesinde spiral şeklinde dişlere sahiptir. Nadiren 6-7 metre boya ulaşabilmiş bireylere rastlanır. Adı da zaten Yunanca "spiral testere"dir.  Oldukça farklı bir görüntüsü olan bu canlının gerçekten yaşadığını hayal etmek fosilleri olmasa neredeyse imkansız. 

(Altta Helicoprion)






Fırfırlı Köpekbalığı = Nesli tükenmiş sanılmasına rağmen günümüze değin varlığını sürdürebilmiş gerçek, yaşayan bir fosil. Muhtemelen bu isimle anıldığını öğrendikten sonra insan içine çıkamaması, neslinin tükendiğini sanmamıza sebep olmuş olabilir. 120 ila 1300 metre derinlik aralığında yaşayan bu hayvanlar genelde balıklar ve kendilerinden küçük köpekbalıkları ile beslenirler. Boyları 2 metreye nadiren ulaşır. Acaba nesli tükendi sandığımız deniz canlılarından kaçı onun gibi derinliklerde varlığını sürdürmektedir? Fırfırlı Köpekbalığının Canlı Kamera Kaydı

(Altta fırfırlı köpekbalığı, muhtemelen sadece annesinin sevebileceği bir görünüme sahip) 






Eoraptor (Trias 228 myö) = Bilinen en eski dinozorlardan olan Eoraptor'un ağırlığı 4-10 kg arasında değişmekteydi. Adının anlamı şafak hırsızı anlamına gelir. Bunun nedeni dinozorun, diğer dinozorların yumurtalarını çalarak beslendiğinin düşünülmesidir. 

(Altta Eoraptor Lunensis)











Procompsognathus (Trias 250-200 myö) = Başlangıçta dinozorlar oldukça küçük canlılardı. Örneğin procompsognathus ortalama bir kedi kadardı. 






Plateosaurus (Geç Trias 230 myö) = İlk dinozorlar çok iri ve çeşitli olmasalar da, Trias sonlarına doğru farklılaşmaya başladılar. Bazıları ataları gibi etçil kalırken bazıları otçul hale geldi. Büyük sauropodlar ortaya çıktılar. Henüz dev boyutlara ulaşmamışlardı, boyunları ardılları kadar uzun değildi. Boyları 5 ila 10 metre arasında ve ağırlıkları 4 ton civarındaydı. Bu sebeple yer yer yüksek yapraklara ulaşabilmek için iki ayakları üzerinde yükseldikleri düşünülmektedir.

(Beslenmekte olan bir Plateosaurus) 






Dilophosaurus (Erken Jura 193 myö) = Zamanının büyük etçilleri arasında yer alan Dilophosaurus 2-3 metre yüksekliğe ve 6-7 metre uzunluğa ulaşabiliyordu. Kafasının üzerinde bulunan kemik çıkıntıları karakteristik özellikleridir. Zaman zaman bunların zehir kesesi olduğuna dair görüşler ortaya atılmış olsa da, daha çok süsleme ve karşı cinse kur yapma amacıyla kullanıldıkları düşünülmekte. Jurassic Park serisinde Dilophosaurus'un bir insanın yüzüne zehir fışkırtarak onu kör edebildiği işlense de buna dair bir kanıt bulunamamıştır. Dinozorun Türkçe viki sayfasında da bu özellik yanlış olarak aktarılmıştır. Dilophosaurus'un zehir özelliği gibi kafasının etrafında bir yele olduğuna dair de kanıt yoktur. Dişleri uzun fakat dayanıksızdır. Çeneleri de zayıf olduğundan dolayı yaygın görüş otçulların tek başına bir Dilophosaurus'tan kurtulabilecekleri yönündedir. Bu nedenle grup halinde avlanmış olabilirler. 

(Altta önce Dilophosaurusun Jurassic Park filminde işlendiği zehirli ve yeleli hali, sonrasında modern rekonstrüksiyonların ışığında gerçek hali görülmekte. 










Stegosaurus (Jura  160-145 myö) = En garip görünümlü dinozorlardan biri olmasına rağmen oldukça nazik bir dev olduğu düşünülüyor. Otobur olan bu canlı, Kuzey Amerika'nın sık ormanlık alanlarında yaşardı. Üzerinde dikenler olan ve bir sopaya benzeyen kuyruğu başlıca savunma aracı olmalı. Sırtındaki plakalar ise üzerinde fikir birliği olmayan konulardan biri. Kuyruğunda bulunan dikenlerin aksine, bu plakaların savunma amaçlı olduğunu söylemek güç. Zira yapıları incelendiğinde oldukça gözenekli, kan damarlarıyla dolu oldukları görüldü. Yani bırakın savunmayı, tam tersine yırtıcılar için hafif çıtır, bol kanlı gofretler gibiydiler. Dolayısıyla bu kanlı plakalar ısı ayarlaması için kullanılmış ya da dişilere kur yapma amaçlı kullanılmış olabilir. Genel olarak çok zeki olmadığı düşünülen Stegosaurus'un kafası vücuduna göre oldukça küçüktü ve beyni bir cevizden çok az daha büyüktü. Bedeni 2.5-3 ton ağırlığa erişebiliyordu. 

(Altta Stegosaurus, büyük dikenler taşıyan kuyruğu ve sırtında bulunan çift sıra plakalar.) 








Archaeopteryx ( Jura 150-147 myö) = Çoğu zaman yanlış olarak ilk kuşlardan kabul edilse de ondan daha yaşlı kuş benzeri dinozorlar bulunmuştur. Yine de Jura dönemi açısından en bilinir ve ünlü canlılardandırlar. Bedenleri küçük, genellikle 1 kg ağırlıkta ve 30-50 cm boyunda olurdu. Belirgin tüyleri onu dinozorlar arasında ayrı bir yere koyar. Uçabilme yeteneği kuşkulu olmakla birlikte belli bir miktar süzülebildiği düşünülmektedir. Archaeopterix'in kuşlar ile tek benzerliği tüyleri değildi, aynı zamanda gagası vardı. Fakat bu ilkel gaga dişleri henüz muhafaza etmekteydi ve dolayısıyla günümüzde gördüğümüz dişsiz kuş gagasından farklıydı. Sonuçta bu canlıyı hem teropod dinozorlara hem de kuşlara oldukça fazla benzetebiliriz. 

(Altta belirgin tüyleri ile Archaeopteryx fosili ve altında rekonstrüksüyonu.) 











Brachiosaurus ( Jura 205-142 myö) = Yavaş yavaş Jura dönemi devlerine geliyoruz. İlki Brachiosaurus. Zürafalar gibi daha uzun olan ön ayakları ile dik duran yapısı, uzun boynu ve kafasının üzerindeki ibik benzeri bölüm ile ilk akla gelen sauropodlardan biri. Burun deliklerinin bu yapının üzerinde, gözlerinden bile daha yukarıda yer almasından dolayı suda yaşadığı düşünülse de bu pek mantıklı değil. Öncelikle bacakları nispeten ince, su için kullanışsızlar. Ayrıca o kadar yüksekte olan burun deliklerinin kullanışlı olması ancak hayvanın 15 metre boyuyla sığacak bir derinlik bulmasıyla mümkün olabilir. Bu durumda da dev ciğerleri su basıncına da maruz kalacağından doğru düzgün nefes alıp vermekte iyice zorlanacaktır. 12-15 metre yüksekliği, baştan kuyruğa 25 metre uzunluğu ve 35 ila 80 tonu bulabilen ağırlığı, onu devlerden biri haline getiriyor. 

(Altta bir Brachiosaurus ve 180 cm boyunda insanla karşılaştırılması.)








Brontosaurus (Geç Jura 151-149 myö) = En bilinen dinozor türlerinden biri. Sauropod denildiğinde ilk akla gelen tür olması çok muhtemel. Uzun bir boyun, kuyruk, fıçı gibi bir gövde ve kısa ayaklar Brontosaurus'u en iyi tanımlayan fiziksel öğeler. Bu halinden ötürü karada yaşamak için pek elverişli olmadığı düşünülmüş olsa da aynı Brachiosaurus gibi yapılan test ve canlandırmalarda su için daha da elverişsiz olduğu anlaşıldı. Brontosaurus yavaş hareket eden, yırtıcılar tarafından yenmemek için ağırlığını ve büyüklüğünü kullanan sauropodlardan bir tanesi idi. 


(Altta Brontosaurus)









Diplodocus ( Jura 150-147 myö) = Diplodocus, benzeri sauropodlardan çok daha uzun, kırbaç benzeri bir kuyruğa sahipti. Ayrıca yapılan bilgisayar testlerinde boyunlarının zürafa ya da diğer sauropodlar gibi dik değil yatay vaziyette durduğu anlaşıldı. 

(Altta kırbaç benzeri kuyruğu ile Diplodocus)









Allosaurus  (Jura 157-149 myö) = Biraz da teropodlardan gidelim. Allosaurus Jura'da yaşayan büyük karnivor dinozorların başında gelmekteydi. Kendisinden küçük hayvanlarla beslendiği gibi, grup halinde büyük sauropodları avladıklarına dair veriler de bulunmuştur. Örneğin sauropod kemiklerinde bulunan Allosaurus diş izleri gibi. 7-9 metre uzunluğu ve ortalama 3 ton ağırlığı ile Allosaurus, Kretase etçillerine nazaran orta boy görünebilir. Lakin Jura'nın en büyük etçillerindendi. Kalın kuyruklarıyla denge sağlarlardı ve kısa kaslı boyunlarını avlarını parçalarken güç almak için kullanırlardı. Çenelerinin ısırmak için pek de kuvvetli olmadığı anlaşıldığından, Allosaurusların üst çenelerini balta gibi yukarıdan aşağı savurarak avlarına öldürücü darbeyi vurdukları düşünülmekte.

(Altta Allosaurus)  








Leedsichthys (Jura 157-149 myö) = Orta Jura'dan Kretase sonlarına kadar okyanusların en büyük üyelerinden biri olan bu balıkların boyutlarıyla ilgili tartışmalar yıllarca sürmüştür. Bazı araştırmacılar boyutlarını 6-7 metre ile sınırlarken, bazıları 30 metreye kadar çıkmış, lakin bulunan fosiller ve modern yöntemler ile boyutların ortalama 16 ile 20 metre civarı olduğu anlaşılmıştır. Boyutlarının ve hayvan hakkındaki diğer özelliklerin belirlenmesinde bu kadar zorlanılması normaldir. Çünkü balıkların iskelet yapısı genellikle kıkırdaktan oluştuğundan dolayı tam bir iskelet bulmak neredeyse imkansızdır. Cüsselerine karşın bu dev balıklar genellikle okyanus suyunu süzerek, küçük plankton benzeri canlılar ile beslenmekteydi. 

(Altta 180 cm boyunda bir insanla karşılaştırması görülmekte.)










Liopreurodon (Orta Jura 160-155 myö) = Orta Jura boyunca okyanuslardaki apex predator olan bu deniz sürüngeni, kısa boyunlu Plesiosaurlar ile akrabadır. Boyutları nadiren 6.5 metreyi aşıp 7 metreye kadar ulaşabilir. Kafası vücuduna oranla büyük sayılır. Adının anlamı pürüzsüz dişlerdir ve koni şeklinde, balıkları kavramak için mükemmel olan dişleriyle adının hakkını verir. 

(Altta 180 cm boyunda bir insan ile karşılaştırması.)







Ichtyosaurus (Jura- Kretase 250-90 myö) = İlk bakışta onun bir yunus olduğunu kolaylıkla iddia edebiliriz. Neyse ki yunuslar ve diğer su memelileri gibi yanlara doğru yassı bir kuyruğa sahip değil. Onu biraz uzak mesafeden yunustan ayırabilmemizi sağlayan en belirgin özelliği budur. İkinci olarak da ön iki yüzgecine ek, arkada iki küçük yüzgeci daha vardır. Bu arka yüzgeçler de yunuslarda bulunmazlar. Ichtyosaurus ortalama 2 metre boyuta ulaşan ve ılıman denizlerde çokça bulunan su sürüngenlerindendi. Hızlı yüzebildikleri ve küçük balıkları avladıkları düşünülmekte. Birçok eksiksiz fosili bulunduğundan, en iyi bilinen su sürüngenlerinden birisidir.

(Altta ılıman, sığ bir denizde dolaşan Ichtyosaurus)









Dimorphodon (Jura) = Küçük pterosaurlardan olan Dimorphodon 1-1.5 metre uzunluğa ve 3 kg ağırlığa erişebilirdi. Aslında uçuş ekipmanları bakımından ilkel sayılır. Büyük bir kafası ve esnek kısa bir boynu vardır. Piscivore yani balık temelli bir dieti olduğu düşünülmektedir. Kuş benzeri dinozorlar ile karıştırılmaması gereken bir uçan sürüngendir. 

(Dimorphodon)









Fener Balığı (Erken Kretase 250 myö) = Çoğu türü günümüzde derin denizlerde halen yaşamakta olan bu balık da yaşayan fosiller ailesindendir. Çeşitlenmelerinin Kretase döneminde olduğu biliniyor. Kafalarından sarkan etli yumru birçok türünde kendi ışığını üretiyor ve derin denizlerin karanlık ortamında avları balığa doğru çekiyor. Bu organ kur yapma amacıyla da işine yarıyor. Neredeyse bir kafadan oluşmuş ilginç bir balık.

(Fener balığı)








Velociraptor ( Kretase ) = Jurassic Park sayesinde en bilinen dinozorlardan biri olan Velociraptor, yine aynı filmin imajına yaptığı etkiden muzdariptir. Aslında yerden yüksekliği 1 metreyi pek geçmeyen, ortalama bir köpek kadar ağır olan velociraptorlar filmde oldukça büyük, tüysüz yırtıcılar olarak gösterilmektedir. Bu canlının en belirgin özelliği ayaklarında bulunan hançer benzeri pençesidir. Grup halinde avlandıkları ya da diğer dinozorların yumurtaları ile beslendikleri düşünülmektedir.

(Altta Jurassic Park'ta resmedilen Velociraptorlar ve altında hayvanın gerçek verilere sadık kalınarak yapılmış bir rekonstrüksiyonu)











Iguanadon (Erken Kretase 125 myö) = En ikonik otçullardan olan bu dinozorun nasıl ayakta durduğu uzun yıllar tartışıldı. İlk düşünceler hayvanın iki ayağı üzerinde dik yürüyebildiği yönünde olsa da, sonraki araştırmalar ön ayaklarından destek alması gerektiğini gösterdi. Gagasız ve neredeyse dişsiz olan bu canlı keşfedilen ikinci dinozordur. Keşfi 1800'lü yıllara dayanır ve önceleri ilk bulunan dinozor olan Megalosaurus ile karıştırılmıştır. 

(Altta Iguanadon)









Pachycephalosaurus (Kretase) = En ilginç kafa yapılarından birine sahip otçul dinozorlardandır. Kafasının tepesinde çok uç noktada kalın bir kemik katmanı bulunur. Bunun savunma ya da dişiler için diğer erkeklerle mücadele etme aracı olduğu düşünülmüştür. Örneğin dağ keçileri ya da yak öküzlerinin gerilip kafalarını tokuşturmaları gibi. Lakin kafatası kemiklerinde yapılan incelemeler bu ağırlıkta dinozorların kafalarını tokuşturduktan sonra kolay kolay ayağa kalkamayacaklarını göstermekte. Kemik yapısı o denli güçlü değil. Belki rakip dinozorların yumuşak dokularına vurmak için kullanılmış olabilirler. Lakin iki Pachycephalosaurus gerilip birbirlerine koşarak kafalarını tokuştursalardı, muhtemelen ikisi de bir daha ayağa kalkamazdı. 

(Altta Pachy ve benzersiz kafatası)












Parasaurolophus ( Kretase 76-70 myö) =  Benzersiz kafataslarından laf açılmışken orta boy otçullardan olan Parasaurolophus'tan bahsetmemek olmaz. Kafasının üzerinde bulunan boru halen tartışma konusudur. İlkin bunun su altında dışarı uzatıp nefes alabildiği şnorkel benzeri bir organ olduğu sanılmaktaydı. Fakat sonradan bu yapının nefes almaya yarayan deliklere sahip olmadığı anlaşıldı. Yine de içinde bazı hava kanalları olduğu biliniyor. Dolayısıyla bu bölüm borazan benzeri, dişileri etkilemek için yüksek sesler çıkarmak amacıyla kullanılmış olabilir. 


(Parasaurolophus) 








Ankylosaurus ( Kretase 70-62 myö) = Bu zırhlı otobur dinozor, etçiller için her açıdan alt edilmesi zor bir avdı. Sırtı, başından kuyruğuna değin zırh benzeri sağlam kemik plakaları ile kaplıydı. Sırtüstü çevrilmedikten sonra yukarıdan yaralanması oldukça zordu. Daha da önemlisi sahip olduğu savunma silahıdır. Kuyruğunun ucunda kemikten oluşmuş koca bir yumru bulunmaktaydı. Kuyruğunu savurarak bir T-Rex'in bacağını kırabilmesi mümkündü.

(Ankylosaurus)












Carnotaurus (Kretase 75-65 myö) = Kretase döneminde yaşayan orta boy etçillerden olan bu teropod, ortalama 8-9 metre uzunluğa ve 1-1.5 ton ağırlığa erişebilmekteydi. Kolları diğerlerinde olduğu gibi oldukça kısalmış hatta körelmeye başlamıştı. En karakteristik özelliği başının iki yanında bulunan boynuz benzeri kemiklerdi. Bu nedenle carno - taurus (taurus mitolojik büyük boğa) et yiyen boğa şeklinde adlandırılmıştır. Kafası diğer orta boy ve etçil dinozorlara nazaran kısaydı ve çenesi pek güçlü değildi. Tam bulunan fosilleri sayesinde iyi bilinen dinozorlardandır. 

(Carnotaurus)











Gallimimus ( Kretase 71-68 myö) = Kretase'nin sonlarında yaşamış olan otçul bir dinozor türüdür. Gallimimuslar her ne kadar tavuk benzeri diye adlandırılsalar da oldukça seri ve süratli canlılardı. Deve kuşlarına benzer şekilde hareket ettikleri düşünülmektedir. Bu hareket esnasında sert kuyrukları ile denge sağlıyorlardı. Günümüz otçulları gibi sürüler halinde dolaştılar. Jurassic Park filminde izlediğimiz efsane sahneleriyle bilinirler. 

(Gallimimus)









Argentinosaurus (Geç Kretase 97-94 myö) = Bulunduğu yerin adına atıfla Arjantinli Kertenkele şeklinde adlandırılan bu hayvan, bilinen en büyük dinozorlar arasında yer almaktadır. Bu dev sauropodlar 30-35 metre uzunluğa ve 100-150 ton ağırlığa kolaylıkla ulaşabilmekteydiler. Onlar için sürüler halinde dolaşan yeme makineleri diyebiliriz. O kadar büyüklerdi ki yavrularına bakmaları imkansızdı. Bırakın onlarla ilgilenmeyi üzerlerine basmamaları bile mucize olurdu. Zira bu devasa canlının yavruları yumurtadan çıktıklarında en fazla birkaç kg ağırlıktaydılar. Onlar da tüm diğer sauropodlar gibi bu açığı düzinelerce yumurta bırakarak çözdüler. O kadar fazla yavru üretiyorlardı ki bakımsızlık ve avcılar hepsini tüketemiyor ve aralarından bazıları yetişkinliğe erişebiliyordu.

(Altta Argentinosaurus)








Giganotosaurus ( Kretase 100-94 myö) = Bu bir kuraldır, büyük otçulları büyük etçiller izler. Yukarıda bahsettiğimiz Argentinosaurus aynı bölgede çağdaşı olan bir diğer devle birlikte yaşamıştı. Bahsettiğimiz dinozor Giganotosaurus'tur ve ünlü T-Rex'den çok daha büyüktür. 14-15 metre uzunluğa ve 7-14 ton ağırlığa ulaşabilen bu teropodun boyutları ile yalnızca Kuzey Afrika'da yaşamış olan Spinosaurus yarışabilir. Dev kafasına rağmen Giganotosaurus'un ısırığı Rex kadar kuvvetli değildi, ayrıca kafasına ve vücuduna oranla aşırı küçük olan beyni hayvanın zekası konusunda soru işaretlerine sebep olmuştur.

(Altta 2 metre boyunda bir insan ile Giganotosaurus'un karşılaştırması)







Triceratops (Kretase 65 myö) = T-Rex ile çağdaş olan bu dinozor, tıpkı birlikte yaşadığı dev yırtıcı gibi bir film yıldızıdır. Oyuncaklarda, filmlerde kısaca dinozorlar ile ilgili her yerde bu gergedan benzeri dinozoru görebilirsiniz. Ayrıca yaşamış en son dinozor türlerinden biridir ve büyük yok oluşa değin varlıklarını sürdürmüşlerdir. Fiziksel özelliklerine bakacak olursak geniş bir zırhlı yele ile çevrili başı, biri burnunun hemen üzerinde, diğerleri de alnında olmak üzre üç boynuzu ve gagası dikkat çeker. Bu gaga benzeri ağzın arka kısmında öğütme işlevi gören güçlü dişler vardır. Bir filden biraz daha iri olan Triceratops'u kısaca bir tank olarak tanımlayabiliriz. Size doğru hızını alarak koşmaya başladığında o geniş zırhlı yelesi ve boynuzları ile kaçınmanız gereken bir dinozordu. Muhtemelen çağdaşı olan T-Rex bile onları avlarken büyük zorluklar yaşamaktaydı. Birçok T-Rex fosilinin üzerinde Triceratopsların sebep olduğu boynuz yaralanmaları gözlenmiştir.

(Triceratops)








Spinosaur (Kretase 112-97 myö) = Kuzey Afrika Kretase boyunca günümüzden çok daha farklı görünüyordu. Bataklık ve sulak alanlar oldukça yaygındı. Bu alanlarda bilinen en büyük etçil dinozor olan Spinosaur yaşadı. Özellikleri itibariyle timsahlar gibi hem karada hem suda yaşadıkları düşünülmektedir. Zaten dinozorun burnunda bulunan sensörler, dişleri ve kafa yapısı balıkçıl kuşların yaptığı gibi kafasını suya daldırarak balık avlamak için çok elverişlidir. Sırtında bulunan ortalama 1.5 metrelik çıkıntıların kaslı bir yumru mu yoksa bir yelken mi olduğu tartışmalı olmakla birlikte yelken olduğu görüşü ağır basmaktadır. Spinosaurlar büyük yok oluştan önce, K.Afrika'da sulak alanların kurumasına neden olan bir iklim değişikliği sebebiyle yok oldular. Ayrıca bu dinozorun T-Rex ile kıyaslanması açısından başka bir yazı buradan ulaşabilirsiniz.

(Altta Spinosaur)







Baryonyx (Erken Kretase 130-125 myö) = 6.5-7 metre uzunlukta ve 1.5 ton ağırlığında olabilen bu dinozorlar, Spinosauruslar gibi sulak bölgelerde yaşardı. 30 cm boyunda tırnakları ile ön kolları oldukça dikkate değerdi. Muhtemelen ırmak veya göl kenarlarında balık avlayarak yaşıyordu. Dişleri ve çenesi bunu işaret ediyor. Yakınlıkları belirsiz olmakla birlikte bazı araştırmacılar Baryonyx'i, Spinosaur ile yakın saymaktadır.

(Altta bir Baryonyx)










Psittacosaurus ( Kretase 123-100 myö) = Iguanadon ve Bariyonyx'in çağdaşı olan bu dinozor Asya'da yaşadı. Kalıntıları Moğolistan, Sibirya, Çin ve Tayland gibi bölgelerde bulunur. İsmini papağınınkine (psittacus) benzeyen gagasından almıştır. Boyutları oldukça mütevazıdır, uzunluğu 2 metreyi, ağırlığı 20 kg'ı geçmez. Otçul olmalarına rağmen iyi bir koku alma ve görme yetisine sahip oldukları düşünülüyor.

(Altta Psittacosaurus)







Maiasaura (Kretase 76 myö) = Ördek gagalı Maiasaura, hem fosilleri hem de yumurtaları bolca bulunduğundan, yaşayışı hakkında çok şey bilinen dinozorlardandır. Ortalama uzunlukları 9 metreyi bulur ve otçuldurlar. ABD/Montana'da bulunan yuvalardan birinde fosilleşmiş bir düzine bebek Maiasaura ve biraz daha ileride annelerinin iskeleti bulunmuştu. Bu durum dinozorun yavrularıyla ilgilendiğini ve onlara baktığını gösterdiğinden ona Maiasaura yani "iyi sürüngen anne" adı verildi. 


(Altta bir Maiasaura grubu)










Tyrannosaurus Rex (Kretase) = "Zorba Kertenkelelerin Kralı", bulunduğu dönemde bilinen en büyük etçil olan Rex'e bu adın verilmesi garip kaçmıyor. Devasa kafatası ve ağzı, 15-20 cm uzunluğunda dişleri ve 6 tonu aşan ısırma kuvvetiyle Rex yırtıcıların zirve noktalarından biri. Çok az canlı onun kadar güçlü ısırabiliyor. Koni şeklinde dişleri avından büyük et ve kemik yığınları söküp yemek için birebir. Boynu devasa kas gruplarıyla destekleniyor, arka bacakları büyük ve güçlü. Ön kolları ise neredeyse körelmek üzere ve bu zaman zaman hayvanın zayıflığı olarak yorumlanıyor. Ben aksini düşünenlerdenim. Böyle bir kafa ve arka bacaklara sahip olan Rex'in rakibini alt etmek için güçlü ön kollara pek de ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. Yine bir diğer görüş, hayvanın çok güçlü koku alma yetisi olmasından dolayı leşçil olabileceği yönünde. Lakin aynı zamanda çok keskin bir görme kabiliyetine de sahip olması avlandığı tezini güçlendiriyor. Ki özellikle Triceratops gibi dönemin bıçkın otçullarından aldıkları yaralar onların sadece ölü hayvanları yemediklerini kanıtlar nitelikte. Elbette tüm yırtıcılar gibi ölü bir hayvan bulursa bu fırsatı kaçırmayıp beslenmiş olması yüksek ihtimal. Lakin bu, Rex'in döneminin apex predatorlarından biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ayrıca bu devin yavrularına iyi baktığı biliniyor. Sauropodların aksine Rex gibi dinozorlar az sayıda yavru yapar ve yavrularını koruyup gözetirlerdi.

(Altta Rex'in rekontsrüksüyonu ve devasa fosil kafatası görülmekte)









Sarcosuchus ( Erken Kretase 112 myö) = Günümüzde 8 metreye kadar büyüyebilen tuzlu su timsahlarının iki katından daha uzun olan bu sürüngen, 8 tondan daha ağır olabiliyordu. Genellikle modern timsahlar gibi zamanının çoğunu bataklık arazilerde ve su altında geçirirdi. Dieti karada yaşayan büyük hayvanlardan, dolayısıyla çokça dinozorlardan oluşmaktaydı. Sarco, ebatları ve çene özellikleri bakımından günümüz timsahlarının avlarını parçalayabilmek adına gerçekleştirdiği "ölüm manevrası" hareketini uygulayamıyor olabilir.

(Altta Sarcosuchus Imperator kafatası ile bir insan)







Pteranodon (Kretase) = Pteranodonlar yaygın olarak uçan dinozorlar diye bilinseler de aslında uçan sürüngenlerdir. Kanat açıklıkları en büyük bireylerde 6 metreyi aşabilir. Hayvan, uzun ön kolları ve vücudu arasındaki gergin deriyi kullanarak uçar. Bu açıdan yarasalara benzemektedirler. Yani tüylü, gerçek uçuş kanatları yoktur. Ağırlıklarının en fazla 90 kg civarı olabileceği saptanmıştır. Bu canlılar muhtemelen çokça balıkla besleniyordu.

(Pteranodon)





Quetzalcoatlus ( Geç Kretase) = Bilinen en büyük uçan hayvanlardan biri olan bu sürüngen, yerde ayakta dururken bir zürafa ile hemen hemen aynı yükseklikteydi. Dişsiz pterasourlardandır. Kanat açıklıkları 12 metreyi, ağırlıkları 250 kg'ı aşabilmekteydi. Bu dev uçan sürüngen muhtemelen nehir ve göllerde küçük omurgalıları avlamıştı. Belki de yumurtadan yeni çıkmış bir Rex yavrusu, annesi uzaklarda onun için yiyecek ararken, Quetzal için hoş bir yiyecek olabilirdi.


(Altta bir insan, quetzal ve zürafa görülmekte. )







Elasmosaurus ( Geç Kretase) = Denizlerde yaşamış en ilginç sürüngenlerden biridir ve yine çokça dinozorlarla karıştırılır. Hayvanın gerçek iskelet yapısı ve görünümü uzun uğraşlar sonucu belirlenebildi. Karada yaşayan sauropodlar gibi uzun bir boyna sahipti. 4 büyük yüzgece sahip olmasına rağmen yavaş yüzücüydüler. Bu nedenle uzun boyunları avlarına beklenmedik saldırılar gerçekleştirme ve avlanma açısından kritik öneme sahipti. Ness Gölü canavar hikayesine bu gibi Plesiosaurların ilham kaynağı olduğu düşünülmektedir.

(Elasmosauruslar)









Mosasaurus ( Kretase 70-65 myö) = Okyanuslarda yaşamış en yırtıcı hayvanlardan biriydi. Koni biçiminde büyük dişleri avını kavramasına yarıyordu. Bu sebepten avlarını tüm yuttukları düşünülüyor. Dolayısıyla onları yüzgeçleri olan devasa su yılanlarına benzetebiliriz. 17 metreye kadar büyüyen bu canlılar genellikle sığ denizlerde avlandılar. Dev deniz kaplumbağaları, diğer su sürüngenleri ve balıklar ana diyetlerini oluşturuyordu. Kuyruğu oldukça güçlüydü ve süratli yüzebilmesi için gereken itici gücü sağlıyordu.

(Mosasaur)








Tusoteuthis (Kretase ) = Modern dev kalamarlara benzemekle birlikte, araştırmalar vampir kalamarlara daha yakın olduklarını göstermektedir. 11-15 metre boya ulaşabilen bu canlılar muhtemelen günümüz kalamarları gibi dokunaçlarını ve yırtıcı kuş gagasına benzeyen ağızlarını kullanarak avlanıyorlardı. Onların da dönemin diğer apex predatorları tarafından avlandığına dair bulgular var.


(Tusoteuthis)





Terror Bird - Phorusrhacidae ( Paleosen-Pleistosen) = Uçamayan etçil kuşların en büyük örneklerindendir. Dinozorların büyük yok oluşundan sonra ortaya çıktı ve 1.8 milyon yıl öncesine kadar varlığını sürdürdü. 1.5-3 metre civarı yüksekliği, kocaman gagası ve güçlü bacaklarıyla döneminin en önemli yırtıcılarından olduğu düşünülmekte. Deve kuşları gibi bacaklarıyla düşmanını tekmeleyerek ya da gagasıyla avına vurarak onu kolaylıkla öldürebilirdi. Sonuçta 70 cm boyundaki kafasının 45 cm'i sert gagasından meydana geliyordu. Bu gaganın ucunun aşağıya doğru kıvrık olması bu hayvanın karnivor olduğunu kesinleştirir. Günümüz kuşlarında da aşağı doğru kıvrık gaga ucu, eti avdan sökmek için kullanılmaktadır.

(Terror Bird)







Titanoboa ( Paleosen 68-58 myö) = Paleosen'de 10 milyon yıl boyunca hayatta kalan dev bir yılan türü. Aslında yaşadığı dönemin tepe avcısı olduğu düşünülmesine rağmen onun piscivor olduğunu ve balıklarla beslendiğini işaret eden kanıtlar da vardır. 14-15 metre kadar büyüyebilen bu yılanlar ortalama 1-1.5 ton ağırlıkta olabilirlerdi. Genellikle günümüz anakondaları gibi bataklıklarda ve suda yaşamış olmalılar. Zira karada hareket edebilmek için fazla iri bir cüsseye sahipler. Ayrıca yeterince enerjik olmadıkları için suyun içinde pusuya yatarak tek ve hızlı bir hamlede avlarını yakalamak zorundalardı. Tüm bunlar hayvanın sulak arazilere bağımlı olduğunu göstermektedir.


(Altta boyutlarına uygun bir Titanoboa modeli ile insanlar)









Basilosaurus ( Geç Eosen 55 myö) = Adında saurus bulunmasına, "Kral Kertenkele" diye adlandırılmasına bakmayın. Aslında Basilosaurus erken balinaların bir örneğidir. Yalnızca ilk keşfedildiği dönemde bir deniz sürüngeni sanıldı ve daha sonra balina olduğu anlaşıldı. Her ne kadar bu yanlış anlaşılmanın düzeltilmesinden sonra adının Zeuglodon olarak değiştirilmesi düşünüldüyse de kurallar gereği ilk ad geçerli kaldı. Yaşadığı dönemde en büyük hayvanlardan biriydi ve boyutları 15-18 metre civarına ulaşabiliyordu. Her ne kadar kral diye anılsa da yaşamış en büyük balina değildi. Diş yapılarından dolayı bu hayvanın balıklarla beslendiği düşünülüyor. Fotoğrafına dikkatli bakılırsa modern balinalarda bulunmayan iki arka yüzgecin Basilosaurus'da halen bulunduğu görülebiliyor.

(Basilosaurus)










Phiomia ( Geç Eosen - Erken Oligosen 37-30 myö) = 2.5 metrelik bu otçul birçok açıdan modern fillere benzerdi. Güçlü dişlerini muhtemelen ağaçların kabuklarını kazımak yahut topraktan kök çıkarmak için kullanmış olabilir. Yerden yükseklikleri 2.5 metre civarındaydı.

(Altta Phiomia)









Paraceratherium ( Geç Oligosen 34-23 myö) = Yaşayan en büyük kara memelisi. Boynuzsuz gergedanların soyu tükenmiş bir üyesi olan bu canlı otla beslenirdi. Hayvanın yüksekliği 5-6 metreyi, ağırlığının 15-20 tonu bulabildiği düşünülmektedir. Onu avlayabilecek çok az yırtıcı vardı ve sık ormanlardan, geniş kurak arazilere değin her yerde yaşıyordu. Bu nedenle neslinin neden tükendiği konusunda tartışmalar sürmektedir.

(Altta insan, modern afrika fili ve paracer görülmekte)









Chalicotherium ( Geç Oligosen - Erken Pliyosen 28-3 myö) = Sadece kafasını ele aldığımızda atlara oldukça benzeyen bu iri hayvanlar otla beslenmekteydiler. Buna rağmen uzun ve kuvvetli ön kolları ve iri tırnakları vardı. Muhtemelen kendisini yırtıcılara karşı savunabilecek donanıma sahipti. Yine bu kolları ile yüksek ağaç dallarına ulaşıp yiyecekleri elde edebildikleri düşünülmektedir. Ön kollarının uzun arka bacaklarının kısa olması sebebiyle dik bir duruşa sahiplerdi.

(Altta Chalicotherium ve insan)








Argentavis ( Geç Miyosen ) = Pelagornis Sandersi keşfedilinceye değin uçabilen en büyük kuş olduğu düşünülüyordu. Pelikanlara benzeyen, çok geniş kanatlarıyla deniz üzerinde uçup balıklarla beslenen pelagornisin aksine, argentavis etçil bir kuştu. Kanat açıklığı 7 metreyi buluyordu. Büyük ihtimalle en irileri 80 kg kadar ağır olabilirdi. Muhtemelen günümüz akbabalarına benzer bir diyeti vardı. Zaman zaman kendisi de avlanmış olabilir.

(Argentavis'in 180 cm uzunluğunda bir insanla kıyaslaması)






Megalodon ( Erken Miyosen - Geç Pliyosen 23-2.5 myö) = Denizlerin tepe yırtıcılarından biri olan megalodonlar üzerinde halen ciddi tartışmalar dönmektedir. Tüm diğer köpekbalıkları gibi, iskelet yapısı kıkırdaktan meydana gelen megalodonların da tam fosillerine ulaşmak neredeyse imkansızdır. Fakat yine köpekbalıklarına has bir özellik olan diş döküp, yenileme sayesinde bu hayvanların dişlerine bolca ulaşılabildi. Dişleri ilk bakışta günümüz beyaz köpekbalıklarına oldukça benziyor. Sadece onlardan çok daha büyükler. Bu durumda beyaz köpekbalıklarının diş/vücut yerleşimleri ve oranları ile boyutları hesaplandığında megalodonların 20 metre kadar büyüyebildikleri hesaplanmıştır. Bilinen en büyük beyaz köpekbalığı ise sadece 7 metredir. Lakin burada önemli bir nokta var. Her ne kadar yakın oldukları düşünülse ve megalodonun yeniden inşasında beyaz köpekbalıklarının diş yerleşimleri temel alınsa da, bazı farklar göze çarpmıyor değil. Örneğin iki diş yapısı da üçgen şeklinde ve kenarları eti jilet gibi kesmeye yarayan tırtıklarla kaplı. Fakat beyaz köpekbalıklarının dişleri oldukça ince, lakin megalodonların dişleri fazlasıyla kalın. Dolayısıyla aynı diş dizilimine sahip olmama ihtimalleri oldukça yüksek. Megalodonların diyetleri muhtemelen günümüz büyük beyazlarıyla aynı olmakla birlikte balinaları da bolca içermekteydi. Zaten hayvanın yeryüzünden silinmesine dair teorilerin başlıcası Panama Kanalı'nın kapanması sonucu balinalara erişimi kalmayan bu hayvanların zamanla besin sıkıntısı yüzünden yok olduğudur. Yahut bu yok oluşa iklim değişikliği sonucu su sıcaklığının değişmesi ve hayvanın buna uyum sağlayamaması da sebep olmuş olabilir.

(Altta maximum, orta boy megalodonlar ile onların altında modern beyaz köpekbalığı ve insan)







Kılıç Dişli Kaplan/ Smilodon ( Erken Pleistosen - Holosen 2.5 myö -10.000 yö) = Bu iri yarı hayvanın en belirgin özelliği ağzından dışarı çıkmış durumdaki iki üst köpek dişidir. Ayılar gibi daha hantal hayvanlar mı yoksa kaplanlar gibi seri ve ataklar mı? Bu çok tartışılan bir konu. Lakin yapıları ve cüsseleri gereği çok kıvrak olmadıkları neredeyse kesin gibi. Daha çok güçlü ön kollarıyla iri hayvanları kavrayıp devirdikleri düşünülüyor. Dişleri ise ürkütücü görünümlerine rağmen muhtemelen onlara büyük problemler yaratmış olmalı. Çünkü o kadar büyükler ki hayvanın, örneğin avının karnı gibi geniş alanlardan ısırması oldukça zor. Öyleyse bu dişler ne işe yarıyordu? Keşfedildiğinde bu hayvanların korkunç bir ısırma gücüne sahip oldukları varsayılıyordu. Fakat gelişen teknoloji sayesinde ölçümler yapıldığında, tam tersine günümüz aslanlarından bile daha zayıf bir ısırığa sahip oldukları anlaşıldı. Aslanın değerlerine yaklaşamadan zayıf alt çene kemikleri kırılabilirdi. Dolayısıyla hayvan güçlü vücudu ile devirdiği avının boğazına bu dev dişleri geçirdiğinde, çok kuvvetli bir ısırma gücüne ihtiyacı kalmıyordu. Dişler bir hançer gibi avın boğazına saplanarak ölmesine neden oluyordu. Yapılan araştırmalar modern aslanların da avlarının boğazını tüm güçleri ile ısırmadığını, uzun köpek dişlerinin avlarının boğazına girerek ölümüne sebep olduğunu kanıtladı.

(Altta kılıç dişli kaplan)








Gigantopithecus ( Pleistosen 2myö - 100.000 yö) = Bilinen primatların en büyüğüydü. 3 metre boyunda olabilen bu hayvanın ağırlığı 550 kg'ı buluyordu. Dişleri ve çene yapısı onun tohumları ve sert lifli besinleri tükettiğini gösteriyor. Güney Doğu Asya ve Himalayalar'da yaşayan bu primat adeta Yeti efsanelerinden fırlamış gibi. Tarih öncesi insanlar uzun müddet bu "korkunç vahşi insan" ile birlikte yaşadı.

(Altta bir Gigantopithecus canlandırması)