İzleyiciler

10 Eylül 2015 Perşembe

Nova Roma/ İstanbul

                Doğrudur, I.Konstantin bu şehri Byzantium’un üzerine kurup başkent ilan ettiğinde adını “Yeni Roma” anlamına gelen “Nova Roma” koymuştur. Şehri imar ettirmiş, gerçekten de Antik Roma kadar güzelleştirmiştir. Şehre büyük bir meydan yaptırmış, şehirden geçen tüm ticaret yollarını burada birleştirip bunun anısına bir de taş dikmiştir. Bu taş yani Milion bugün hala Ayasofya’nın karşısında durur. Söz konusu taş ayrıca İsa tarafından dokunulduğu rivayet edildiğinden kutsal sayılmaktadır ve yerine Kudüs’ten getirilmiştir. Ayrıca ünlü "Bütün yollar Roma'ya çıkar" sözü bu taşın dikili olduğu meydan için, (İtalya'da bulunan Roma şehri için değil) yani  İstanbul için söylenmiştir.

(Altta Nova Roma, İstanbul)



              Sonuçta Nova Roma adı pek tutmadı. İmparator Konstantin öldükten sonra şehir Konstantin’in şehri anlamına gelen Constantinopolis diye anıldı ve adlandırıldı. Daha sonra Latin istilası gibi felaketlere de uğrayan şehir, imparatorluğun giderek zayıflaması ve maddi gücünü kaybetmesi dolayısıyla eski ihtişamından uzaklaştı. 1453′de fethedilmeden çok önce şehrin önemli yapıları, bakımsızlık ve tamir edilememe nedeniyle neredeyse harap haldeydi.


İstanbullu Vikingler

             İsveç, Norveç, Danimarka kısacası İskandinavya'da yaşayan Vikingler'in yolu zamanında Constantinopolis'e de düşmüştü. Zaten Vikingler yağma seferleri ve ticaret yoluyla  o dönem bilinen dünyanın birçok farklı bölgesine kadar uzanabilmişti.  
(Çok iyi denizci olan Vikinglerin gemi tasarımları da oldukça özgündü. Bu sağlam gemiler sayesinde çok geniş alanlara yayıldılar. Örneğin Viking yerleşimlerinde bulunan bazı buda heykelcikleri bu tüccar savaşçıların Hindistan'a kadar sokulduğunu göstermektedir.) 
image
         Örneğin Norveç civarında yaşayanlar İngiltere'ye ve Fransa'ya doğru genişlerken, İsveç tarafında yaşayanlar Doğu'ya doğru göç ederek Slavlar ile karışıp günümüz Ruslarını oluşturmuşlardır. Fransa'ya sefer düzenleyen kola daha sonra Fransa'nın Kuzey bölgesinde topraklar verilmiş, bu insanlar Kuzey Adamı anlamına gelen Normanlar olarak anılmış ve bu bölgeye de Normandiya denmiştir. Vikinglerin Amerika'nın keşfinden çok önce bu kıtaya ulaştığı yönünde iddialar mevcuttur. Ayrıca bu insanların keşfettikleri Kuzey Kutbu'na Grönland (yeşil ülke), doğal güzellikleri ile meşhur izlanda'ya Iceland (buz ülkesi) adını vermek gibi ilginç bir espri anlayışları vardır. 
(Vikinglerin yayılımı ve izledikleri yollar)
image
        İyi denizci ve tüccar olan bu halk aynı zamanda çok savaşçıydı. Çok eskiden bu yana Berserkerlik gibi adetleri vardı. Zaten sayıca azlıklarına rağmen tüm Avrupa'ya saldıkları dehşet başka türlü açıklanamaz.(Elbette baskın faktörünün ve karşı tarafın önlem alacak zamanı bulamamasının da etkisi vardır). Bu sebepten paralı askerlik de onlar için iyi bir kazanç kapısıydı. Bunlardan birçoğunun yolu da ülkemize düştü.       
(Ayasofya müzesinin mermer bölümlerinden birine zamanında burada görev yapmış bir Varangian muhafızının runik harfler ile yazdığı not. “Haldvan buradaydı”. Bu adet bir bizde var sanıyordunuz değil mi?)
image

      Bizans (Doğrusu Doğu Roma, Bizans adı sonradan uydurulmuştur ve tarihte böyle bir devlet var olmamıştır) İmparatorları meşhur saray entrikaları sebebiyle yerel askerlere güvenmekte zorluk çekiyordu. Askerler soylu sınıf ile birlikte sürekli siyasi işlere bulaşıyordu. Bu gibi sebeplerden İmparator Basil gözünü yabancı paralı askerlere dikti. Bizanslı olmayan bu insanlar dolayısıyla günlük siyasi konulardan uzak olacaklardı. Saray ile ilgili hesapları olmayacaktı. Basil, savaşçılıkları ile dikkat çeken Vareglerden bir muhafız taburu oluşturdu. 
(Temsili Varangian muhafızı)
image
         Bu daha sonra Bizans imparatorlarının muhafız birliğine dönüşen Varangian Muhafızları'nın temeli olmuştur. Varangianlar her şeyden önce koşulsuz sadakatleri ve savaş alanındaki cesaretleri ile Bizans askeri çevrelerinde hayranlık oluşturmuşlardı. Genellikle popüler kültürde en kuvvetli ve etkili Bizans askeri birimi olarak gösterilmesinin temelinde Bizanslı aktarıcıların abartılı anlatımları yatar. Bu savaşçıların çift taraflı baltalar kullanmaları, düşmanın sayı üstünlüğüne ve gücüne bakmaksızın cesurca hücum etmeleri, aldıkları yaraları önemsemeden savaşa devam etmeleri onları çok etkilemiştir. Varangianlar ile ilgili yapılan hemen hemen tek olumsuz tespit içkiye çok düşkün olmaları ve  savaşmadıkları dönemlerde genellikle sürekli sarhoş olmalarıdır. 
(Varangianların Bizans ordusundaki en önemli birlik oldukları iddiası özellikle kataphraktoi gibi süvari birliklerine haksızlık olur bence. Kendileri gibi atları da zırhlı olan bu süvariler özellikle düşman piyadesine toplu halde çarptıklarında yıkıcı oluyorlardı. Bu savaşçılar ekipman olarak lancer denilen uzun mızraklar ve gürzler kullanmıştır. Altta temsili bir kataphraktoi) 
image
         Varangianlar uzun süre Bİzans İmparatorlarına sadakatle hizmet ettiler. Aslında sadakatleri kişiden ziyade imparatorluk makamınadır. İmparator öldükten ya da öldürüldükten sonra yerine geçen kişiyi hemen imparator olarak selamlarlardı. Malazgirt Savaşında da esir düşen Diyojen'in sonuna kadar yanında kalan tek askeri birim Varangianlar olmuştur. Söylenilene göre son ana kadar imparatoru korumaya çalışan birliğin tamamının öldürülmesi gerekmişti. 
(Altta bir Varangian miğferi)
image

         Buna rağmen Diyojen'in ağır savaş tazminatları ve anlaşma koşullarını kabul ederek ülkeye dönüş yoluna geçmesi sonucunda planlanan darbede Varangianların da yer aldığı bilinmektedir. 
         Varangianların yaşlanan üyeleri ülkelerine geri döner ve yerlerine yeni gençler gelirdi. Varangian olarak hizmet etmiş kişiler ülkelerinde saygı görürlerdi. Zamanla özellikle birliğin ününün artmasıyla Vikingler ile ilişki içerisinde olan diğer halkların da bu birliğe katılmaya başladığı görülür. 
        Daha sonra Normanlar ile yapılan bir savaşta Varangianların ağır süvariler tarafından neredeyse tamamen yok edilmesi olayı, ağır süvarinin Avrupa savaş alanlarındaki egemenliğinin başlangıcıdır. Bundan sonra Avrupa ordularının gücü sahip oldukları ağır süvari sayısı ile ölçülmüştür. 

Sparta 300 Filminden İbaret Değildir

               Bu şehir devleti diğer tüm uygarlıklardan o kadar farklı, günümüz mantığının o kadar dışında bir örgütlenmedir ki, böylesi ancak ütopyalarda olabilir dersiniz. Herhalde başka hiçbir toplum askerlik sanatını bu kadar özümsememiştir ve tüm sosyal yapılanmasını bu amaç üzerine inşa etmemiştir. 
                Sparta basit anlamda söylemek gerekirse bir komün ve hatta bir makinedir. Bu makinenin tek bir amacı vardır o da dünyadaki en ölümcül askerleri yetiştirmek. Daha çocuk yaşta başlayan zorlu eğitimler bunun göstergesidir. Sonuçta bu yakın dövüş, kılıç ve daha sonrasında phalanx eğitimini tamamlayan her Spartalı vatandaş olmaya hak kazanır. Yani vatandaşlık eşittir askeri eğitimi tamamlamak, son halde asker olmak demektir. Bu askerler belli bir yaşa kadar (ki yanlış hatırlamıyorsam otuzdur) coğrafi olarak belirli bir alaya hizmet eder.
                Düzenli askeri eğitim sistemini Spartalılar'ın bulduğu düşünülür. Günümüzde de ordular profesyonel personel yetiştirir fakat buna 6-7 yaşında başlamazlar. Sparta'da bu eğitim çocuk yaşta başlar ve demir bir disiplin çerçevesinde yoğun olarak sürdürülürdü. Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur mantığının da ilk savunucusudur Spartalılar. Hasta ve zayıfların böyle bir toplumda yeri yoktur. Sparta anayasası bile güçlü bir insan ve asker yetiştirme üzerine kuruludur, hatta yapılan evlilikler bile. 
                Sparta'da altı yaşına geldiğinde annesinden alınan çocuğa ilk önce geleneksel pankreas dövüşü öğretilir. Bu dövüş antik çağ'da ilk sistemli dövüş sanatlarından birisidir, en azından Batı dünyasında bilinen ilktir. Spartalılar pankreasta o kadar acımasızdırlar ki dövüşlerin sonucu genellikle ölüm olmaktadır. Ölmek veya öldürülmek üzerine programlıdırlar. Nereden biliyorsun diyenlere söyleyelim, özellikle antik olimpiyatlarda pankreas bir dal olarak kabul edildiğinde, Spartalılar'ın pankreas dövüşüne katılmaları yasaklandı. Bunun nedeni pankreas olimpiyat oyununda ölümcül hareketlerin Yunanlıların aldığı ortak bir kararla yasaklanmış olmasıdır. Oysa Spartalılar bu dövüşte göz oyma, boyun kırma, bel kırma gibi hareketleri neredeyse kontrolsüz ve iç güdüsel olarak yapıyorlardı. Diğer Yunanlılar da çareyi Spartalıları bu dala almamakta buldular.
               Spartalı piyadelerin silahlarına bakarsak klasik yunan kılıcı dışında çok kısa olmasına karşın ağırlığı üç kiloyu bulan iki tarafı keskin bıçak benzeri bir kılıç kullandıklarını görürüz. bunu kalkanından yakaladıkları rakiplerini savurup sonra da bıçaklamak için kullanmaktaydılar.
(Altta 30 cm uzunluğunda Lakonian-Xiphos kılıcı)
 image
              Spartalılar ok kullanmamıştır. Ok kullanmanın bir askere hatta doğrusunu söylemek gerekirse bir “erkeğe” yakışmayacağını düşünürlerdi. Sık sık mücadele ettikleri Persler ile askerlerinin ok kullanmaları nedeniyle pek çok kez dalga geçmişlerdir.
(Altta geleneksel Yunan kılıcı. Eğimi savrulan hamlenin rakibe çok daha güçlü iletilmesini sağlıyordu. )
image
              Korunma olarak Spartalılar geleneksel Yunan miğferi kullanırlar ki çok ikonik bir şeydir bu. Bence düşman üzerinde psikolojik baskı kurar. Miğferin de en belirgin kısmı tepesinde ahşap üzerine yapıştırılmış at kıllarından yapılan fırça benzeri kısımdır. Askerlerin miğfer görüşlerini kısıtladığı için bu kısma bakarak uzaktaki arkadaşlarının hangi yöne doğru durduğunu anladığı, amacının bu olduğu söylense de bence sırf görünüm adına bile kullanılabilirmiş.
(Tek parça bronz miğfer altta. Görüldüğü gibi ense, yanaklar ve hatta burun kemeri bile korunuyor)
image
                 Ek olarak Spartalı savaşçılar savaşta filmlerdeki gibi külot ve pelerin ile savaşmazlardı. Göğüs ve karın kısmını koruyan bir zırhları vardı. Aynı zamanda dizden ayak bileğine kadar yine tek parça bir zırh ile korunmaktaydılar.
(Altta temsili bir Spartalı)
image
              Şimdi sağ elinizle kılıç kullanıyorsunuz diyelim. Bir Spartalı'nın karşınızda miğferi ile başını, kalkanı ile omuz ve dizine kadar olan kısmı, dizlikleri ile de ayak bileğine kadar vurabileceğiniz tüm yerleri kapamış vaziyette metal bir yığın gibi durduğunu hayal edin. Açık sağ yanına uzanmaya çalışırsanız kalkanınızın dışına uzattığınız kolunuzu tek hamlede kesecektir. Eğer ayağına saldırmaya çalışırsanız çok eğilmek zorunda kalırsınız ki kelleniz uçurulur.
               Ayrıca Spartalılar'ın tüm bu silah ve zırhları bronzdan yapılmadır.  Kalkanlar ve zırhlar tek parça bronzdur ve üzerinde işleme yapılarak imal edilirlerdi. Silahlar ise kum kalıplara dökme yöntemi ile yapılırdı çünkü neredeyse yüz km hızla savrulan bir kılıcın hedefe çarptığında kırılmasını kimse istemez. Bronz işlemesi bittiğinde zırhın ve bacak zırhının içi deri ile kaplanır. Bu hem rahatlık hem de gelen darbelerin yarattığı şiddetin, metalden direk vücuda yansımadan deri yüzeyde biraz emilmesi içindir.
                Spartalılar tüm bunlara rağmen testosteron bombası abiler değildi. Rivayetlere göre eşcinsel ilişkiler Sparta'da çok yaygındı. Bunun sebebinin katıksız ve duygusuz askeri eğitim adına karşıt cinsle yakınlaşmanın kısıtlanması olduğu rivayet edilir. 
                Son olarak bu uygarlık sadece Thermopylae savaşından ibaret değildir. Evet o direniş bir efsanedir ve büyük bir kahramanlıktır. Fakat daha sonra kırk beş bin Spartalı (Atinalılar'ın da desteği ile toplam sayı yüz bin) Platea Savaşı'nda, üç yüz bin kişilik Pers ordusunu yenmiş ve Persler'in Batı ilerleyişi durmuştur. Üstelik kırk beş bin ağır Sparta piyadesi dışında Yunan ordusunun geri kalanı kalkan zırh gibi ekipmanları alamayan, daha fakir kesimden gelen askerlerdi. Bunlar peltast olarak adlandırılır, sapan gibi ekipmanlarla silahlanır ve ağır piyadeye destek olurlardı. Yani Atina'ya mal edilen altın çağ biraz da Sparta'nın emeği sayesinde yaşanmıştır. Eğer Sparta'nın elit askerleri Pers tehdidini savuşturmasaydı, Atina bilim, sanat, felsefe ve demokrasi gibi alanlarda zirveyi göremeyebilirdi. Belki bugün günümüz dünyası ve kültürü çok başka bir boyutta olurdu. 
(Bu savaşın ardından zaferin anısına Pers kampından ele geçirilip eritilen silahlardan yapılan bronz anıt, daha sonra Büyük Konstantin tarafından İstanbul'a getirilmiştir ve bugün hala İstanbul'dadır.)
image
               Bari savaşın gelişiminden de kabaca bahsedelim. Atlı okçuları ve uzun menzilli yaya okçularını etkin kullanabilmek için Atina'dan gerideki düz ovalara çekilen Persler, Spartalıların gelip yüksek tepelik bir araziye yerleşmesi sonucu avantajı kaybeder. Sparta askerleri karma Yunan ordusunun sağında mevzilenmiştir. Bu alışılageldik bir durumdur. Phalanxta da tecrübeli askerler phalanxın sağında yer alırlar. Bu solundaki adamı koruma durumuyla ilişkilidir. Bugün bile tecrübeli askerler birliğin sağında yürür. Savaşa dönecek olursak, 10 günlük bir bekleyişin ardından erzağı tükenen Spartalılar sahte bir geri çekilme numarası yapar. Bunun üzerine topyekun saldırıya geçen Pers ordusu kayalık tepeye tırmanmaya başlar. Bu süvari ve okçu avantajını kullanamamaları anlamına gelmektedir. Tam o anda Perslerin tuzağa düştüğünü gören kırk beş bin Spartalı birden döner phalanx'ı kurar ve önüne çıkan her şeyi ezerek aşağıya kadar iner. Bu savaşta Pers ordusunun komutanı da ölenler arasındadır ki o gün toplamda iki yüz bin Pers yok edilmiştir.

Ağır Piyade - Phalanx Sistemi ve Örs Çekiç Taktiği

              Antik Çağ savaş meydanları günümüzden çok farklıydı. Aynı şekilde bu meydanlarda boy gösteren birimler de farklı ihtiyaçlara göre ve farklı malzemelerle donanmışlardı. Phalanx formasyonuna hayat veren hoplite birimi de bunlardan biridir. Basit anlamda dönemin ağır piyade sınıfıdır. Donanımlarının temelini geniş kalkanlar ve uzunluğu genelde 3 metre olan sarissa adlı mızraklar oluşturur. Makedon phalanxlarında bu uzunluk 5 metreyi bulabilmektedir. Sistemin işleyişi uzun mızraklı piyadelerin birbiri ile yan yana ve sıkı eş güdüm içerisinde savaşmasına dayanır. Arka arkaya saflar halinde dizilen askerler ile savaş sürdürülür. En öndeki askerlerin mızrakları ileri doğru iken, arka saflara gidildikçe mızraklar yukarı doğru kaldırılır. Bu önde savaşan askerlerin dengesini bozmamak ve ayrıca ok atışlarına karşı koruma sağlamak içindir. Ön safta düşen askerin yerine arka sıradan hemen yeni birinin geçip aynı eş güdüm ve başarıyı göstermesi gerekir. Yine bu askerler geniş kalkanlarıyla kendi vücudunun yarısını ve solundaki askerin yarısını korumaktadırlar. Bu tek vücut hali, birliğe ve dolayısıyla orduya tek bir kütle olarak eşsiz bir vuruş gücü kazandırır. Dezavantajı ise phalanx hatlarından bir bölümü kırıldığında ordunun dağılabilmesidir.
(Altta savaş düzeni almış bir phalanx birliği) 
image
                   Sayısız Antik Çağ savaş birimi içerisinde tarihin akışını en çok etkileyenler ile ilgili bir liste yapsak phalanx formasyonu ve hoplitelar kesinlikle bu listede yer alırdı. Phalanx sisteminin benzeri  olarak ağır Roma piyadelerinin kullandıkları saldırı siperi (kalkan duvarı) formasyonu gösterilebilir. Lakin Roma piyadesi çok daha elastik ve hareket kabiliyeti yüksek bir sınıftır. Menzilli atışlara karşı testudo gibi çok çeşitli formasyonlara girebilir ve ikincil silah olarak mızrak benzeri pillumlar kuşanabilir.
                    Phalanxın ortaya çıkışı genellikle Sparta uygarlığına dayandırılır. Fakat daha erken dönem Sümer yazıtlarında ve yine Yunan yarımadasındaki bazı kuşatmalarda phalanx benzeri formasyonların uygulandığı görülmüştür. Belki Sparta phalanx düzeni bu ön tecrübelerden faydalanılarak mükemmelleştirilmiş olabilir. Ki bunu ünlü,  filmlere de  konu olan Termopylae Savaşı’nda görebiliyoruz. Gerçi film ve anlatılar tabi ki gerçekleri tam olarak yansıtmıyor. Öncelikle dönem tarihçilerinin anlattığı milyonluk Pers ordusu iddiası o zamanın lojistik imkanları göz önüne alınırsa gerçek olamaz. Zaten tarih anlatımında efsaneleştirmek ve abartmak dönemin alışıldık tarzıdır. Film açısından baktığımızda da phalanx sisteminin mantığı doğru olmakla birlikte, kullanılan mızrakların daha uzun olması gerektiğini söyleyebiliriz. Bunun yanında mantık doğrudur, phalanx hatları sayesinde kanatların güvende ve saldırıya kapalı olduğu durumlarda, düşmanın sayı üstünlüğü etkisiz kalabilecektir. 
(300 filminde phalanx düzeninin işlenişi)
image
                   Makedonya açısından ise İskender’in hepimizin Rome Total War oynarken kullandığı örs çekiç taktiğini de incelememiz gerekir. Ki İskender bu taktikle kendininkinden katlarca büyük orduları yenmeyi ve büyük bir imparatorluk kurmayı başarmıştır. Elbette stratejinin başarısı çok iyi yetişmiş süvarilere ve merkezde savaşan ağır piyade birliklerine dayanıyordu. Ana mantık, merkezdeki hoplite piyadelerinin düşmanı karşılaması ve cepheden oyalaması yani hareket kabiliyetlerini sıfırlaması üzerine kuruluydu. Daha sonra kanatlardan düşmanın arkasına sarkan süvari birlikleri beklemedikleri yönden saldırıp, ordunun bozguna uğramasını sağlıyordu. Bu sebeple piyade tutucu yani örs, bitirici darbeyi indiren hızlı birlikler ise çekiç benzetmesi ile anılır. Ayrıca İskender formasyonun bozulup dağılmaması için, örsü oluşturacak her phalanx hattını aynı aile üyelerinden seçmiştir. Bu sayede bağlılıkları artan birlikler daha az dağılma eğilimi göstermiştir. Üstelik dağınık biçimde saldıran ve çoğu profesyonel olmayan Asya ordularına karşı bu disiplinli sistem uzunca süre üstünlük sağlamıştır, ki sayesinde cepheden gelen süvari-piyade hücumlarının hepsi püskürtülebiliyordu. Temelleri savaş arabaları ve hafif piyadeye dayanan Orta Doğu ordularının uzunca süre çözüm üretemediği bir problemdi. 
  (Gaugamela Savaşı’nda taktiğe yeni bir yorum getiren İskender phalanx’larını düz bir hat olarak yerleştirmek yerine kademeli bir hat oluşturdu. Süvari ve hafif peltast birimleri ile kanada doğru açıldı, Pers süvarileri onları izledi. Daha sonra keskin bir dönüşle Pers hatlarında açılan gedikten doğrudan Darius’a saldırdı (Kimilerine göre dahice, kimilerine göre bir intihar saldırısıdır). Bu sırada peltast birimleri açılan Pers süvari kolunu oyalıyordu. Fakat bazı phalanxların kırılması sonucu İskender merkeze geri dönmek zorunda kaldı, aksi halde ordusunu kaybedecekti. Aşağıda iki ordunun savaşın gelişiminde izlediği manevralar görülmekte.          
image

Alman Savaş Makinesi Efsanesine Gölge Düşürelim

Öncelikle :  Blitzkrieg
                İkinci Dünya Savaşı boyunca Alman silahlı kuvvetlerinin, yani Wehrmacht bünyesindeki Heer (kara kuvvetleri) ve ayrıca teşkil edilmiş olan Waffen SS’in Blitzkrieg doktrini çerçevesinde teçhizatlandırıldığını biliyoruz. 
                Örneğin panzergrenadier sınıfı İkinci Dünya Savaşı’na ve hatta 40′lı yıllara değin askeri bir terim olarak kullanılmıyordu. Bunun yerine motorize piyade terimi kullanılmaktaydı. Motorize piyade, motorize piyade tümenlerini ifade eder. Bu birlikler intikal hızlarını arttırmak için kamyonlarla donatılmışlardır. 
(Altta klasik motorize birlikler )




image

                   Panzergrenadier ise, Blitzkrieg çerçevesinde savaşa uygun olarak mekanize piyade şeklinde teşkil edilen yeni bir tümen sınıfını betimler. Grenadier adı eski Avrupa ordularındaki tüfekçi sınıfına gönderme olarak verilmiştir. Genellikle Hitler’in Büyük Frederich’in ordusuna ithafen bu ismi verdiği söylenir. Panzer ise Alman Ordusunda tanklara verilen isimdir. Zaten Blitzkrieg kendi başına teşkilatlanmış panzer tümenleri ile onlara yetişebilecek kadar hızlı mekanize piyadelerin eş güdümle savaşmasına dayanır. Lakin ordu bünyesindeki birçok motorize tümenin de panzergrenadier olarak adlandırılması bu konuda kafa karıştırıcıdır. Bunun donatımla ilgili bir problem olduğunu görüyoruz.
                    Bir panzergrenadier tümeni, bir panzer tümeninden yalnızca bir tank taburu eksik olmalıdır. Bunun yerine mekanize piyade tugayı sayısı daha fazladır. Dolayısıyla savunmada panzer tümeni ile neredeyse eş değer bir kuvvete sahiptir. 
                   İlginç olan ise, kağıt üzerindeki planlarla savaşın aynı düzlemde seyretmemiş olmasıdır. Yani Alman Ordusu Wehrmacht ve Waffen SS, tümenlerini asla planladığı ölçüde donatamamıştır. 
                 Bunun ilk sebebi tank sıkıntısıdır. Karmaşık mühendislik isteyen tanklarını yeterli hızda ve sayıda üretemeyen Almanlar, panzergrenadier tümenlerine yeterli tank takviyesi yapamadılar. Eksik tank taburlarının yeri çoğu zaman anti tank silahlarıyla doldurulmaya çalışıldı. Örneğin aslında uçaksavar olarak tasarlanan 88′lik flak toplarının tanklara karşı kullanılması gibi önlemler alındı. 
(Altta Flak 88 ve 88mm’lik ünlü Alman topu. Ortalama 2000 metreden tüm müttefik tanklarının zırhını delebilme kapasitesine sahipti.)




image

               Ayrıca, yine kağıt üzerinde motorize birliklerinden farklı olarak, mekanize tümenlerin zırhlı personel taşıyıcılar ve zorlu arazi şartlarında ilerleyebilecek paletli taşıyıcılar ile donatılmış olması gerekmektedir. Lakin bakıldığında, Heer dışında Waffen SS bile tümenlerinin sadece %10′unu Sd.Kfz.251 gibi zırhlı personel taşıyıcılarla donatabilmiştir. Bunun dışında tümenlerde taşıma hizmeti yine kamyonlarla görülüyordu ve bu mekanize piyade mantığına aykırıydı. 
(Altta Sd.Kfz.251 zırhlı personel taşıyıcı. Zırhı sayesinde ateş altında piyadeye koruma sağlayıp, paletleri sayesinde kamyonun aksine bozuk arazide ilerleyebilmektedir.)




image

             Yine bu tümenlere eşlik edecek yan destek unsurlarının da mekanize olması gerekir. Örneğin klasik topçu yerine, kundağı motorlu mekanize topçular gibi. Hava savunma unsurları yine motorlu uçaksavarlardan oluşmalıdır. Lakin tümenlere baktığımızda kundağı motorlu topların çok nadiren kullanılabildiğini görürüz. Bunun yerine oluşan açık, kamyonlar tarafından çekilerek hareket ettirilen klasik topçu ile kapatılmaya çalışılmıştır. 
(Altta 1. fotoğrafta: Solda klasik bir Pak 40 anti tank topu görülmekte. Hızla hareket etmesi gereken bir mekanize birlikte ise sağdaki gibi motorlu ve seri hale getirilmiş halde olmalıdır.
2.fotoğrafta: Klasik bir uçak savar ve hemen sağında mekanize tümenler için tasarlanmış Wirbelwind kundağı motorlu uçaksavar görülmekte. Bu aracın sadece tek namlulu ayrı bir uçaksavar taşıyan modeli olan Ostwind'den bile yalnızca 45 adet üretilebildi.
3.fotoğrafta solda yine klasik 155mm’lik top ve sağda seri hareket edip mekanize tümene ayak uydurabilmesi için kundağı motorlu hale getirilmiş bir 150mm’lik Hummel topu görülmekte. Mekanize tümenler sağdaki ekipmanlara ihtiyaç duymaktadır.)




image

             Geri hizmet ve ikmal birliklerinde de durum değişmiyor. Nispeten dönemin en motorize kuvvetlerinden olan ve tamamen mekanize olduğuna dair bir algı yaratan Alman Ordusu’nun ikmallerini ağırlıkla atlarla ile gerçekleştirmesi gerçekten ilginç. Belki de başarı bu algıyı yaratabilmektedir. 
(Altta at arabalarıyla cephane ve malzeme taşımaya çalışan Alman ikmal birlikleri)




image

Atatürk ve Coco Chanel

          Heyecan olmasın, anlatacağım şey bir büyük komutan ile ünlü modacı aşkı değil. Pek bilinmese de, Atatürk'ün emri ile 1930'ların balo kıyafetleri ve ordu üniformaları Coco Chanel tarafından tasarlanmıştır. Zaten örneğin 10 Kasım'da Atatürk'ün tabutu etrafında nöbet tutan generallerin üniformalarına bakılırsa bunların bir sanatçı elinden çıktığı fark edilebilir.
image
              Peki bu basit bir lüksten mi ibarettir? Elbette mesele sadece marka giyinelim mantığıyla açıklanacak kadar basit değil. Bir ordunun görünümü çok önemlidir. Bu görünümün temel taşını da başta generaller ve sonra subaylar oluşturur.
             Örneğin propaganda ve psikolojik yönlendirme yöntemlerinin ustası olan Nazi Partisi de SS ve Wehrmacht (Alman Ordusu) üniformalarını Hugo Boss'a tasarlatmıştır. Öyle ki bir SS pardösüsü bulsanız, armalarını söküp günlük kullanabilirsiniz, o kadar da şıktır. Bunun yanında ceketler omuz takviyeli ve dar kesimlidir. Tüm bunlar askere güçlü bir görünüm verir. Yine pantolonun içine koyulduğu bir çizme üniformayı tamamlamaktadır. Diğer ordularda ise çizme yoktur ve aşağıya kadar sarkan pantolon ayakkabı ikilisi o görüntüyü vermez.
(Hugo Boss imzalı Alman üniformaları) 
image
(Altta görüldüğü üzere Hugo Boss bu tasarımlarda kullandığı pek çok çizgiyi hala yeni tasarımlarında muhafaza ediyor. Ceket ve pardösü tasarımlarında da sık sık eski dönem üniformalarına benzediği gerekçesiyle eleştiriliyor. Genelde bu eleştiriler de Boss imzasının sonundaki iki s'yi SS yıldırımı şeklinde yazmakla yapılıyor.)
image
           
            Coco imzalı Türk üniformalarında da çizme başarılı bir şekilde kullanılmıştır. Ne yazık ki günümüzde özellikle subay kıyafetleri bir nebze iyi olsa da er, erat üniformalarımızda aynı başarıyı bırakın, yakınını bile göremiyoruz. Gerçekten o açık renkli garip üniforma, orduya Pakistan Ordusu görünümü vermiş durumda. Umarım dönülür bundan.
(1938, çizme üniformayı başarılı şekilde tamamlamış. Ne yazık ki 10 Kasım günü dışında fotoğraf bulmak çok zor.)
image
               Son olarak psikolojik yönden bahsedelim. Bu üniformalar ordunun verdiği imajın temelidir dedik. Hugo Boss dokunuşlarının Alman ordusunun yenilmezlik efsanesine katkısı tartışılamaz. Bu kabul gören bir şeydir. Çünkü üniformanın verdiği mesajı hem onun içinde savaşan asker, hem o üniformadan korkan düşman hem de o üniformaya itaat eden işgal altındaki sivil hisseder. Bu sebeplerden dolayı ben üniforma tasarımının ciddi bir mesele olduğunu ve mümkün olan en iyi profesyonellere yaptırılmasında fayda olduğunu düşünüyorum.    

Ne Kadar Büyük O Kadar İyi

           Birinci Dünya Savaşında ortaya çıkan tanklar, İkinci Dünya Savaşında savaş alanlarının başat gücü haline gelecekti. Müttefik orduları genellikle tankları piyade tümenlerine destek amaçlı dağıtırken, Alman ordusu tankları ölümcül darbeler vuracak bir balyoz gibi kullanabilmek için müstakil tank tümenleri halinde örgütleyecekti.
(Linkte, yazıda bahsi geçecek bazı tank modelleri ile ilgili kısa bilgiler yer almakta :http://keremduranoglu.tumblr.com/post/57173559565  )
             Üstelik Almanlar ilk tanklarını, Büyük Savaş sonrası imzaladıkları anlaşmalar sebebiyle  tank ve ağır silah üretme konusunda yasaklı oldukları dönemlerde tasarladılar. Hitler bu gizli ar-ge çalışmalarının emrini bizzat vermişti. Sonuçta Alman ordusunun ilk tankı olan Panzer I ortaya çıktı. Bunlar modern savaş alanlarında askeri bir fayda sağlamayacak küçük ve zayıf tanklardı, ağırlıkları sadece 6 tondu. Fakat mekanize güç Hitler'i etkilemeyi başarmıştı. Nitekim Almanların gücü arama serüveni devam etti. Bunları önce Panzer III'ler, hemen ardından daha büyük bir silaha, 75mm'lik topa sahip Panzer IV'ler izledi. Bu aşamada bile Panzer IV ile ağırlıkta 25 tona ulaşılmıştı. 
            Barbarossa Harekatı'na kadar Panzer IV'ler yeterli telsiz donanımı olmayan, eş güdümden yoksun müttefik tankları karşısında üstünlüklerini korudu. Lakin Doğu'da Almanları büyük bir sürpriz beklemekteydi. Daha ilk çatışmalarda, Rusların elinde Almanlarınkinden daha iyi bir tank olduğu anlaşılmıştı. Aslında mühendislik olarak çok basit ve ilkel olmasına karşın daha iyi zırh koruması, daha büyük bir silah, çamurlu Rus arazilerinde manevra kabiliyetini arttıran daha geniş paletlere sahip olan bu tank aynı zamanda daha hızlıydı da. Basit mühendisliği sayesinde çok kolay üretiliyordu ve çok basit bir eğitimle hayatında motorlu taşıt görmemiş bir köylü bile bu tankın mürettebatı haline gelebiliyordu. Bahsettiğimiz tank tabi ki T-34.
             T-34'ler yalnızca ünlü Alman 88mm'lik toplarıyla vurularak etkisiz hale getirilebiliyordu. Bu durum Hitler'e ne kadar büyük o kadar iyi politikasını tanklara da sirayet ettirmesi için gereken fırsatı verdi. 88mm'lik top taşıyan bir tank istiyordu. 
             İlk büyük tasarımlar Panter, Tiger I ve II tankları idi. Özellikle Tiger II'lerin 70 tonu bulan ağırlıkları nedeniyle mühendislere ciddi problemler yaşattığı bilinmekte. Kaplumbağa modeli olarak bilinen Wolkswagen'ların yaratıcısı olan Ferdinand Porsche'nin prototipi, deneme testleri sırasında elektrikli motorları yandığı için ihaleyi kaybetmişti örneğin. Tiger tanklarının yapım işini Henschel üstlendi. 
            Tiger'lar birebir mücadelede rakipsizdi. Hatta tek başlarına onlarca düşman tankını yok ettikleri sayısız çatışma kayıtlıdır. Fakat Hitler'in anlamadığı nokta bu tankların büyük ve yavaş oldukları gibi, üretimlerinin de zor ve zahmetli olduğuydu. Yapımları çok pahalıydı ve çok fazla ham madde gerektiriyordu. Mühendislikleri karmaşıktı, savaş alanında tamirleri imkansıza yakındı. Tüm savaş süresince Alman ordusu bu mühendislik harikası tanklardan yalnızca 1300 adet üretebildi. Oysa sadece ABD savaşa 50 bin M4 Sherman sürmüştü. 
            Müttefikler ise savaşta pratikliğin ve seri üretimin önemini çok iyi kavramıştı. Ne kadar az çeşit silah, o kadar az lojistik problem demekti. Örneğin bu ölümcül Alman tankları ile karşılaşan müttefikler Almanların T-34 tecrübesinde yapmaya çalıştığı gibi durup devasa bir tank üretmeye çalışmadılar. Standart üretimde olan Sherman'lara yine standart üretimde olan İngiliz 17 pounder anti tank topunu takarak basit, üretime ek yük getirmeyen ama Tiger ve Panter tanklarını yok edebilecek ölümcül bir silah elde ettiler. Bu bileşimin unsurları zaten seri üretimde olduğundan ek yedek parça üretimi gibi bir sıkıntı da yaşanmamış oldu. Üstelik M4 gibi mekanik olarak kendisini kanıtlamış, zor bozulan, bozulsa da savaş alanında basitçe tamir edilebilen müttefik silahına karşın; Almanlar 70 tonluk Tiger'ın süspansiyon, hidrolik ve motor arızaları ile uğraşmak zorundaydılar. 
(Altta M4 Sherman'a 17 pounder top takılarak yapılmış bir Firefly. Bu tanklardan 2000 adet üretildi.) 
image
           
           Hitler'in büyüklük takıntısı Tiger'la sınırlı kalmadı. Porsche'ye bir kez daha başvuran Hitler ölçülerini kendisinin belirlediği bir tankın üretilmesini istiyordu. Bu tankın ismi Maus'tu. Tankı betimlemek adına daha önceki tanklar için kullanılan ağır tank sınıfı yetersiz kalacaktır. Bu sebeple Maus süper ağır tank olarak anılır. 460 mm kalınlığında çelik zırha sahipti. 128 mm çapında daha önce görülmemiş bir tank topu taşıyordu. Bu büyüklükte bir silahın yaratacağı geri tepmeyi karşılayabilmek için taret iyice büyütüldü. Tüm bu çalışmaların sonunda tank 188 ton ağırlığa ulaştı ki, bu neredeyse 3 Tiger tankına denk geliyordu. 
(Maus tankı tam olarak buydu) 
image
           
             Peki bu büyüklükte bir tank savaşta işe yarar mı? İlk bakışta düşmanı psikolojik olarak korkutacağı düşünülebilir. Fakat bu sonsuza kadar sürmezdi. Zırhı ve silahı ne kadar güçlü olursa olsun rakibin korkunç sayı üstünlüğü karşısında şansı, yavaşlığı nedeniyle çok azdı. Müsait zeminde bile bir Maus en fazla saatte 15 km hıza ulaşabiliyordu. Üstelik bu tank her 30 metrede 1 litre mazot gibi akıl almaz bir yakıt tüketimi gerçekleştiriyordu. Dönemin Almanların gerilediği ve petrol sahalarını kaybetmeye başladığı bir periyot olduğunu da düşünürsek gerçekten akla mantığa sığmayan bir projeydi. Operasyon menzili müsait yollar varsa 160 km gibi kısa bir mesafeydi, bu yol bulunmayan bölgelerde 62 km'ye kadar düşüyordu. Zaten büyük maliyet ve ham madde gerektiren bu proje seri üretime asla geçemedi. Yalnızca 2 adet yapılabilen prototipleri de Kummersdorf'da Rusların eline geçti. Birkaç denemeden sonra Ruslar bu makinenin savaşta pratik hiçbir işe yaramayacağına karar vererek onları depolara kaldırdılar. Zaten seri üretime geçseler de muhtemelen yine Alman üretimi olan Elefant modelleri gibi çok fazla işe yaramayan, ham madde ve petrol israfı bir proje olacaklardı. 
            İster inanın ister inanmayın Hitler'in büyüklük iştahı bunlarla sınırlı değildi. Bir ara tasarlamayı düşündüğü makine akıl sağlığı açısından ciddi ipuçları veriyor bence. Önüne gelen yüzlerce tasarımın içerisinden bir gün öyle bir şey beğendi ki, bunu modern savaş şartları açısından açıklamak çok zordur. Bu makinenin adı Landcruiser P 1500 Monster idi. Açıklamaya çalışırsak, buna karada ilerleyen bir kruvazör yani savaş gemisi diyebiliriz. Sözde 800 mm'lik Gustav topu taşıyacak (birazdan bu konuya geleceğiz), bu ana silah 150 mm'lik küçük toplar ve yine üzerine yerleştirilen uçak savar bataryaları ve makineli tüfek yuvaları ile desteklenecekti. 42 metre uzunluğunda ve 7 metre yüksekliğinde olması düşünülen bu makine 100'den fazla asker tarafından kullanılacaktı. Hitler böyle bir makine yapıp bunu destek birlikleri ve yardımcı tanklarla birlikte kullanmanın iyi bir fikir olduğunu düşünmüştü. 
(Eğer delilik devam ettirilse ve Monster tamamlansa buna benzeyecekti)
image
            Peki bu miktarda çeliği tek bir makine için harcamak ne kadar mantıklıydı? Aynı şekilde boyutları nedeniyle 2500 tonu bile aşacak ağırlığı ile bu silah hangi köprüden geçebilecekti? Nehirler ya da dağlar gibi doğal sınırları nasıl aşacaktı? Zaten gideceği genişlikte yol bulunmayan bu araç toprak ve çoğu zaman çamurlu zeminde batmadan nasıl ilerleyecekti? Bunları da geçelim, bu devasa hedef tahtasını düşman hava saldırılarından nasıl koruyacaktınız? Bu soruları Hitler'in hiç düşünmemesi inanılacak şey değil.. Yine de savaşın son zamanlarına değin, ağır müttefik bombardımanı altında bile üretimi devam ettirebilmiş yetenekli bir bakan olan Albert Speer bu projenin saçmalığını daha erken dönemde fark etti ve projeyi iptal ettirdi. 
          Uçuk projeler sadece tanklar ile de bitmiyor. Yukarıda bahsettiğimiz Gustav topunu düşünelim. Bu devasa makine Krupp firması tarafından sözde kuşatma savaşlarında ağır tahkimatların ateş altına alınarak tahrip edilmesine yönelik tasarlanmıştı. Fakat ağırlığı sebebiyle ki ağırlığı 1400 ton civarıdır, sadece özel yapım demiryolu üzerinde gidebiliyordu. Üstelik herhangi bir yöne dönemeyen topu bir yöne çevirip ateşe hazır hale getirebilmek için o yöne doğru yeni demiryolu döşenmesi gerekiyordu. Sökülü halde 25 trenle atış alanına getirildikten sonra, ateşe hazır hale gelmesi 90 gün sürüyordu.  30-45 dakikada bir kez ateş edebiliyordu. Yani 700 kg'lik mermileri 40 km uzağa atabilmesi etkileyici olsa bile çok fazla dezavantajı vardı. Bu silah savaşta sadece Sivastopol kuşatmasında kullanıldı ve aşağı yukarı 40 atışta namlusunun tamamen aşınarak kullanılamaz hale geldiği anlaşıldı. Yani 1400 ton ağırlığında çelikten bir çöp… 
(Altta Gustav demiryolu topu ve kenardaki insanların küçüklüğü..)
image

Tarihin En Mükemmel Harekatlarından Biri ve Bir Vagon

             Daha önce Blitzkrieg doktrini hakkında genel bir yazı yazmıştım. Cüretkarlığı, eş güdüm gerektirmesi, hızlı ve kesin sonuç alacak bir stil olması sebebiyle modern savaş doktrinleri içerisinde en çok tuttuklarımdan biridir. (Örneğin İngiltere'nin Montgomery'si gibi aşırı ihtiyatlı, ikmalleri tamamlayıp neredeyse 3'e 1 üstünlük kurmadan saldırmayan, her cüretkar hamleden kaçınan generallerden oldu bitti sıkılmışımdır.) İşte Blitzkrieg doktrinin en mükemmel şekilde uygulandığı Fransa Seferi de, yine modern savaş tarihinin en mükemmel karma planlarından birine konu olmuştur. Ki karma planların başarılı olma şansı nispeten azdır. Plan karmaşıklaştıkça işlemesi zorlaşır. Savaşın sonlarında aynı coğrafyada Normandiya çıkarmasına engel olmak isteyen Hitler yine generallerinden, kıyıda savunma yapmayı öneren Rommel ile geride kalıp müttefikler ilerledikten sonra çevirerek yok etmeyi öneren Rundstedt'in taktiklerini sentezleyecek fakat bu sefer başarılı olamayacaktır. (Hava üstünlüğünün dramatik ölçüde yitirilmesinin de etkisiyle) 
                 Fransa, statik cephe savaşı devrinin sonlandığını idrak edemeyen ülkelerin başında gelmekteydi. Oysa çağdaş Alman taktisyenler zırhlı birliklerin ve hava desteğinin önemini çok iyi kavramışlar ve tüm yatırımlarını ve üretimlerini bu doğrultuda yeniden planlamışlardı. Fransa ise eski tarz, durağan savunma yöntemlerinde ısrar ettiği gibi, çok büyük bir kaynağı Majino Hattı'nın (Maginot) inşasına ayırıyordu. Bu beton bloklar halinde, büyük top bataryaları yerleştirilmiş, tüm Fransa-Almanya sınırını koruyan adeta bir kale duvarı idi. Aslında denize kadar uzatılmak istense de Belçika buna onay vermemiştir. Bunun yanında dönem askeri uzmanları tarafından “ Piyadelerin bile ilerleyişine olanak vermeyeceği” düşünülen Arden ormanları gibi bölgeleri de korumaz. Savaş sırasında da o bölgeler zayıf birkaç ihtiyat birliği tarafından tutulmuştur. İşte Fransa ve müttefiki İngiltere'nin planı, Alman ordusunun Majino Hattı'na direk saldıramayacağı, Büyük Savaş'ta olduğu gibi, Belçika üzerinden geniş bir yay çizerek Fransa'ya girmeye çalışacağı ön kabulüne dayanıyordu. Dolayısıyla İngiliz seçkin kuvvetlerinden oluşan Yurtdışı Sefer Kuvvetleri ve Fransa'nın seçkin birlikleri Belçika topraklarında mevzilenip Alman saldırısını burada durdurmaya çalışacaktı. 
(Aşağıda kalın kırmızı çizgi Majino Hattı'nı göstermekte) 
image
                Bu şartlar altında Almanya'nın Schlieffen Planı'nı ( I. Dünya Savaşı'nda Belçika üzerinden Fransa'ya girmeyi öngören)  uygulayacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Bu plana göre Belçika'da müttefikleri mağlup eden Alman güçleri Manş'ı paralel katederek Güney'e ilerleyecek ve çevirdiği kuvvetler ile Fransız ana ikmal hatlarının bağlantısını kesecekti. Fakat bu plandan sağır sultanın bile haberi vardı. Savaş öncesi Fransız ve İngiliz birliklerinin yerleşimi de bunu gösteriyor. Hitler de bu planın baskın etkisi yaratmayacağını bildiğinden farklı bir formül yaratılmasını istiyordu. Zaten yenilikçi planlara ilgisi bilinen bir özelliğiydi. Tam o sıralarda bir uçak kazası sonucu Schlieffen Planları'nın düşman eline geçmesi ise, planın belki bir miktar kalan baskın özelliğini de yok etti. Ayrıca bu planların müttefiklerin eline geçmesinin bilerek istendiği, bunun bir yanıltma taktiği olduğunu söyleyenler de vardır. Ki savaşın ileri evresinde haklı çıkarlar. 
                 İşte burada devreye bence Almanların en büyük stratejistlerinden biri, belki de en önemlisi Erich von Manstein girdi. Kendisi piyade ekolünden olmasına rağmen zırhlı savaş mantığını en iyi kavrayan komutanlardan biriydi de aynı zamanda. Yıldırım savaşına ve zırhlıların taktik manevralarının kesin sonuç vereceğine inancı tamdı. O, kimsenin beklemediğini önererek, Arden ormanlarından bir yol açılmasını ve Majino Hattı'nın Kuzey'ini teğet geçerek Fransa düzlüklerine çıkılmasını önermişti. İşte bu Yıldırım Savaşı'nın ta kendisi idi. Meuse nehrini geçen panzerler piyadeyi beklemeden kama harekatına devam edecek ve bir bıçak gibi müttefik kuvvetleri birbirinden ayıracaktı. 
                 Bu planın fazla cüretkar olduğu ise su götürmez. Alman genel kurmayında da özellikle yaşlı ve ihtiyatlı generallerden yoğun karşı çıkışlar olur. Gerçekten de piyade desteği olmadan düşman derinliklerine dalan Alman panzer kolordularının sağ kanadı, müttefiklerin durumu erken sezip Güney yönünde taarruza geçmeleri durumunda korumasız kalacaktır. Bu sebepten onların Schlieffen Planı'nın uygulandığına ikna edilmesi ve mümkün olduğunca Kuzey'de oyalanması gerekir. Bu noktada iki planın birlikte uygulanmasına karar verilmiştir. Alman genel kurmayı müttefiklere resmen sağ gösterip sol vurmuştur. Belçika ve Hollanda yönünde başlayan ilk taarruzlar sonucu Fransız ve İngiliz birlikleri bölgeye gelip yerleşene kadar herhangi bir Luftwaffe bombardımanı olmaması da ayrıca ironiktir. Müttefiklere tuzağın içine düşmeleri için müsaade edilmiştir. Bunun yanında Almanlar bu savaşta, paraşüt indirme harekatları sırasında maket paraşütçüler atarak indirmenin yeri konusunda yanıltma taktikleri de uygulamıştır. 
(Savaş boyunca Fransızların özellikle topçu birliklerini ve tanklarını hedef alan Luftwaffe'nin Stuka, taktik, pike bombardıman uçakları) 
image
             
                İki tarafın gücünü dikkate alırsak müttefik tarafı ağır basar. Piyade sayısı olarak müttefikler Almanlardan iki kata yakın fazladır. Fransızların tankları Alman tanklarına göre daha sağlamdır. O dönemde Almanlar henüz Tiger ve Panther gibi mükemmel tankları üretmeye başlamamışlardı. Fakat daha önce söylediğimiz, Fransa'nın zırhlı kuvvetlerin önemini kavrayamayışı ve statik cephe savunmasında ısrarlı oluşu onlar için ölümcül olmuştur. Zira Alman tanklarının hepsinde tam bir telsiz donanımı mevcutken, Fransız tanklarında sadece emirleri duyabilmeye yarayan bir telsiz sistemi vardı. Dolayısıyla Fransız tankları Alman tarafı kadar eş güdüm içerisinde değildi. Alman zırhlı birlikleri öylesine bir harekat esnekliğine sahipti ki, daha sonra Kuzey Afrika'da “Çöl Tilkisi” lakabı alacak olan, benim de favorilerimden E. Rommel ve kolordusunun lakabı, hayalet kolorduya çıkmıştı. Bazen düşman hatlarında o kadar ileriye gidiyorlardı ki, kendi karargahları bile kolordudan haber alamıyor ve nerede olduğunu bilmiyordu.
                Harekatın başında Alman paraşütçüler filmlere konu olacak bir harekatla önemli köprü başlarını tuttu. Müttefiklerin hareketi tam da beklendiği gibi Kuzey'e yönelmek olmuştu. Luftwaffe'den de (Alman Hava Kuvvetleri) herhangi bir tepki gelmiyordu. Müttefikler gidişattan memnundu. Belirledikleri hatlara da yerleşmişlerdi. Bilmedikleri ise o sırada Arden'lerden panzer kolordularının geçmekte olduğuydu. Eminim Alman genel kurmayı çok gülmüştür o günlerde duruma. 
( Göstermelik Schlieffen Planı'nın Kuzey'den ve Sedan Planı'nın Ardenler üzerinden Güney'den ilerleyişini gösteren harekat haritası - Kırmızı kesik çizgiler Alman ilerleyişlerini göstermekte) 
image
                Sonuçta sayarak sıkmak istemediğim bir dolu harekat ve manevranın sonunda Arden'lerden Fransız düzlüklerine sokulan “kama” başarılı olur ve Manş Denizi'ne ulaşır. Müttefikler bir Alman torbası içerisine alınmıştır. Yakınlardaki tek ikmal veya tahliye noktası Dunkerque Limanı'dır. Beklenen olur ve limana çekilme emri gelir. Bu sırada Manstein panzerleri ile limana 15-16 km uzaklıktadır. Fakat inanması güç biçimde Hitler'den harekatı durdurma emri gelir. Oysa tek bir saldırı ile Britanya'yı askersiz bırakacak şekilde tüm İngiliz ordusu yok edilebilirdi. Bu sırada Churchill de, “Yüzebilen her şeyin” tahliye operasyonuna katılması çağırısını yapıyordu. Gerçekten de balıkçı tekneleri, eski feribotlar, gezi tekneleri dahil İngiltere'de yüzebilen her araç, Kraliyet Hava Kuvvetleri RAF'ın desteğiyle sıkışan orduyu tahliye etmeye gitmiştir. 
               Bu durum hakkında bir kaç farklı görüş vardır. Bazıları Göring'in harekatta hava kuvvetlerinin rolünü arttırmak için, cep içine alınan kuvvetleri hava akınlarıyla yok etmeyi önerdiğini ve Hitler'in bunu kabul ettiğini söyler. Oysa siyasi vasiyetinde söylediklerinden anladığımız kadarıyla Hitler, Dunkerque Limanı'ndan İngiliz birliklerinin çekilmesine, İngiltere ile olası bir barış umudu kovaladığı için izin vermiştir. Bu jest karşılığında İngiliz hükümetinde bir sempati oluşacağını ummuştur. Lakin durum öyle olmamış, Britanya'ya dönen ordu derhal silahlanarak ileride Almanlar'a büyük sorunlar yaşatmıştır. Almanya'nın Britanya Savaşı'nı kazanamamasının ve adayı işgal edememesinin sebebi işte budur. 
               Sonuçta darmadağın durumdaki Fransız ordusu Paris'in Kuzey'inde direniş hatları oluşturmaya çalıştıysa da Blitzkrieg'in önünde bir hat tutmak mümkün değildi. Kurulan her hattın ne kadar sert dirense de kırıldığını gören Fransız General Weygand, hükümete teslim şartlarının görüşülmesi gerektiği iletmişti bile. Bunun yanında panik halinde geri çekilen Fransız askerleri ve gerek korkudan, gerekse Fransızca manipülasyon yayınları yapan Alman radyolarının şehirleri boşaltın çağrılarından dolayı yollara akın eden halk tüm ikmal yollarını felce uğratmıştı. Almanlar 12 gün gibi akıllara durgunluk veren bir sürede tüm müttefik güçlerini cep içerisine almış ve etkisiz kılmış, şimdi de 14 Haziran 1940'da Paris'e girmişti. Paris Alman ordusuna karşı savunulmadı. Şehrin hasar görmemesi için böyle bir yöntem izlendiği söylenir ve bugün bile “Paris'i korumak için kaç Fransız gerekir? - Bilinmiyor hiç denemediler” gibi Avrupa esprilerine konu olur bu durum. 
(İkinci Dünya Savaşı'nın ikonik fotoğraflarından. Fransızlar için acıdır. Fotoğrafta Hitler, kendisine göre sağında mimari konularda çok sık fikir alışverişi yaptığı Albert Speer ve diğer rütbeliler ile Eiffel Kulesi'nin önünde. Albert Speer savaşın sonlarına doğru sürekli müttefik bombardımanına rağmen yeraltı fabrikaları kurarak üretimi devam ettirebilmiş yetenekli bir bakandı.)
image
               
               Vagona gelecek olursak, Fransızlar barış ister fakat Hitler barışın Compiegne ormanında özel bir vagonda yapılmasında ısrarcıdır. Bu vagon Almanya'nın Birinci Dünya Savaşı'nda Almanya ile Fransa arasında yapılan ateşkesin imzalandığı vagondan başkası değildi. Hitler'in kinciliğini sanırım biraz tasavvur ettiniz. Fransızların müzeye kaldırdığı Almanya'nın teslimiyetini simgeleyen bu vagon, Fransızlar tarafından müzeden çıkarıldı, istenen yere getirildi ve Hitler imzayı orada attı. Bu vagon daha sonra Almanya'ya götürülmüş ve 1945'de yenilgi kesinleşmeye başlayınca, Almanya'nın bu vagonda yeni bir teslimiyet anlaşması imzalamasını istemeyen fanatik SS'lerce imha edilmiştir. 
(Aşağıda söz konusu 2419 No'lu Şark Ekspresi vagonu görülmekte. Anlaşmanın imzalandığı gün çekilmiş. Solda da Alman General William Keitel.)
image

Centilmenler Savaşı

              Daha önce İkinci Dünya Savaşı ile ilgili yazdım birkaç defa ama Birinci Dünya Savaşı ile ilgili hiç yazı yazmamıştım. Bunun başlıca sebebi, Büyük Savaş'ın taktik ve planlama açısından daha az hareketli olmasıydı. Statik, durağandır Büyük Savaş. İki büyük ordu karşılıklı siperlere girip, birbirine sürtünerek karşıdakini eritmeye çalışan iki odun gibidir. Fakat Çanakkale Deniz Savaşı ile ilgili yazmak istedim bugün. Bilindik hikaye zaten. 
               Birinci Dünya Savaşı hızla devam ederken, Batı cephesinde Alman ve Müttefik orduları Arap saçına dönmüş siper savaşlarının çıkmazına gömülmüşken, Britanya İmparatorluğu'nun kurt siyasetçisi Churchill Doğu'da farklı hesaplar peşindeydi. 
                Buna mecburdu da. Zira Almanya 1914'de Tannenberg'de Rusları ezmiş, Rus istilası 80 bin ölü ve 100 bine yakın esir bırakarak daha başlamadan bitmişti. Bu Doğu'da silah altında bulunan Alman birliklerinin muzaffer bir şekilde Batı cephesine kaydırılması ve müttefiklerin üzerindeki baskının artması anlamına geliyordu. Aynı zamanda iç karışıklıkların da etkisiyle sarsılan Rusya'nın desteklenmesi, gerekli olduğu kadar akıllıca bir hamleydi de. Bu sayede toparlanan Ruslar tekrar saldırıya geçebilir ve Alman gücü tekrar bölünebilirdi. Doğu-Batı kıskacı tekrar kurulabilirdi. Aynı zamanda Osmanlı Devleti savaş dışı kaldığında, bu devletin topraklarındaki cephelerde savaşan müttefik orduları da Avrupa'ya sevk edilerek savaş çok daha hızlı sona erdirilebilirdi. 
                Her halde İstanbul çok değerli bir hedef olarak masada duruyordu. Ayrıca azametli Britanya İmparatorluğu'na göre Türklerin işi çoktan bitikti. İstanbul'u kolay hedef olarak gördüler. Hatta kendini kanıtlama ve değerini gösterme peşindeki Churchill'e göre donanma karadan destek olmadan Çanakkale Boğazı'nı zorlayarak geçebilir, ardından İstanbul açıklarına demirleyerek Osmanlı Devleti'ni savaş dışı bırakabilirdi. Kara harekatına ihtiyaç duyulmayacağına dair ateşli savunmalar yaptı. Kabul görmesi normal, zira Britanya dönemin en büyük deniz gücüydü ve bir savaş yapacaksa bunu denizde yapmak işine geliyordu. 
                Bu tavır, daha sonra küstahlık ve kendini beğenmişlik olarak İngiltere'de lanetlenecek ve Churchill'in bakanlık koltuğuna mal olacaktır. 
               Öncelikle şunu belirtelim, hazırlanan müttefik donanmasının bizden daha üstün ateş gücüne sahip olduğu aşikar. Lakin elindeki gemilerin çoğunluğu deniz savaşlarındaki son yıllarını yaşayan Dretnot dediğimiz zırhlı savaş gemilerinden oluşmaktaydı. Bunlar İkinci Dünya Savaşı'nı bile göremeden savaş tarihinden silindiler, modaları geçti. Örneğin yine Çanakkale'de batan HMS Irresistible 1898'de suya indirilmişti ve Birleşik Krallığın ilk 4 ön-dretnotundan biriydi. Bunlar dretnotların da atası olan eski gemilerdir. Yine savaşın önemli figürlerinden biri olan HMS Agamemnon 1927'de satılmış ve hurdaya çıkmıştır. 
(Aşağıda Lord Nelson sınıfı Dretnot HMS Agamemnon) 
image
           
              Öte yandan Türk tarafı beklendiği kadar zayıf değildi. Bölgeyi çok iyi tanıyan subaylar savunma hatlarını yer şekilleri ile bütünleşecek şekilde kurmuştu. Ayrıca Almanlardan alınan Krupp üretimi büyük kalibreli toplar daha gerideki tepelerin arkasından aşırtma atışlar yapabilecek şekilde yerleştirilmişti. Önlerindeki tepeler nedeniyle vurulmuyorlardı; olsa olsa mermiler üstlerinden aşıp daha arka taraflara düşüyordu.
(Altta arazi şartlarından iyi faydalanılarak yerleştirilmiş 9.4 inçlik Alman Krupp topu) 
image
                Zaten bahsettiğimiz dretnotlar topçu bataryaları gibi küçük kara hedeflerini vurmak için tasarlanmamışlardı. Bunlar su üstü savaşları için üretilmişler ve tüm savunma ve saldırı mekanizmaları gemilerle savaşmak üzerine tasarlanmıştı. Örneğin gemilerden açılacak ateşe dayanabilmek için yan zırhları çok kalınken, güverte kısımları savunmasız ve çok inceydi. Halbuki karadan yaptığımız aşırtma atışların çoğu yan zırhlara değil güverteye isabet ediyordu.
(Çok daha uzaktan, tepelerin arkasından aşırtma atışlar yapan Krupp topu. Özellikle yukarıdan güverteye düşen atışları ölümcül olmuş olsa gerek. Sahip olduğumuz üstün silahlardan birisiydi)
image
   
              Fakat Türk topçusunun ateşinden çok daha sinsi ve korkunç bir düşman müttefik donanmasını beklemekteydi. Daha önce boğaza yaklaşıp bataryaları bombalayan gemiler sağa doğru çok geniş bir kavis çizerek dönebiliyordu. O manevra alanının bir ihtiyaç olduğu anlaşılmıştı. Daha sonra bu bölge, söz konusu gözlemlerin üzerine Nusret gemisi ile bir gecede mayınlandı. Gemilerin mayın tarama teknelerince temizlenmeden geçmeyeceği iki yaka arası düz bir hat yerine, salvolarını yapan gemilerin dönüp tekrar pozisyon almak için manevra yaptığı alanda, kıyıya paralel döküldü bu mayınlar. 
               Müttefik savaş düzeni en önde küçük kalibreli silahlara sahip gemiler, en arkada güvenli mesafeden destek ateşi açacak gemiler şeklinde meydana gelmişti. Her hat yan yana dört gemiden oluşmaktaydı. Küçük silahlara sahip gemiler boğaza girip tabyaları yakından ateş altına alacak, bu sırada daha uzun menzilli büyük silahlı gemiler daha geriden ateş desteği verecekti. 
             Önceden bahsettiğimiz savunmanın arazi şartlarıyla bütünleşik bir şekilde kurulmasından dolayı 19 şubat'da başlayan taarruzda donanma toplam 170 namludan binin üzerinde mermi harcamasına rağmen Türk kaybı toplam 4 askerdir ve top kaybı yoktur. Üstelik harekatın başında Türk topçusu gemiler iyice yaklaşana kadar ateş etmeden beklemişti. 
             25 Şubat'da yapılan taarruzda durum kötüleşti. Dış tabyalar Türk topçusunun menzili dışından yapılan atışlarla susturuldu. İlginç olan gerideki büyük kalibreli silahlarımızın çoğunun isabet almamasına rağmen sürekli ateş açma sonucu ısınarak hasar görmesi ve ateş edemez duruma gelmesiydi. Sonuçta bu taarruzda da 13 şehit verildi.
             İzleyen dönemde 18 Mart'a kadar olan bir dizi operasyon ile Seddülbahir, Orhaniye, Ertuğrul ve Kumkale gibi dış tabyalar tahrip edilmişti. Artık ikinci aşama için hareket edilecekti. Bunun için müttefik donanmanın hizmetinde 300'e yakın namlu vardı. Gerçekten korkunç bir ateş gücü. Yine gemiler güçlü ve menzili yüksek gemiler en arkada ateş desteği verecek, diğerleri destek altında tabyalara yaklaşıp yakından imha edecek şekilde saf tutmuştu. 
               Başlayan ilk bombardıman müttefikler açısından iyi gidiyordu. Türk tarafından ya hiç karşılık gelmiyor ya da tek tük atışlar yapılıyordu. Gemiler tabyalara iyice yaklaşana kadar da bu böyle devam etti. Menzil iyice sağlama alındığında tabyalardan karşı ateş başladı. İlk sert darbeleri alan Inflexible olmuştur. Daha önce de bahsettiğimiz gibi aşırtmalı atışlar özellikle güvertesinde isabet bularak gemide tahribata yol açtı. Bu arada Agamemnon'a da geride bulunan uzun menzilli obüs tabyalarımızdan darbeler gelmeye başlamıştı. Fakat geminin zırhında patlayan mermiler pek hasara yol açmıyordu. Daha sonra güvertesine isabet eden mermiler hasar kaydetmiştir. 
            Bunlar olurken Fransız zırhlılarından Bouvet tam da dönüş manevrası yaparken, manevra alanına önceden Nusret tarafından atılan mayınlardan birine çarptı. Ardından 4-5 dakika içerisinde tamamen sulara gömüldü ve 600'ün üzerinde denizciyi de beraberinde götürdü. Bu müttefik donanması için psikolojik çöküş demekti. Çok güvendikleri demir yığını kalelerin birkaç dakika içerisinde sulara gömülebileceğini görmelerinin yarattığı etkiyi tahmin edebilirsiniz. Çok geçmeden Irresistible da aldığı yaralarla ateş hattından kurtulmaya çalışırken bir mayına çarptı ve boşaltıldı. Bu nedenle Bouvet gibi fazla kayba yol açmadı. Gemi daha sonra kurtarılmak üzere orada bırakıldıysa da ortalama 10 km mesafeden topçu ateşi altına alınarak batırıldı. 
(Altta Bouvet sulara gömülürken) 
image
             Irresistible'ın durumu zaten geri çekilme emri için yeterliydi ve bu emir verilmişti. Fakat daha sonra Ocean'ın da aldığı bir isabet sonucunda dümen tertibatının bozulması ve mayın hattına sürüklenmesi son büyük şok oldu. Burada mayına çarpan gemi, tahliye edildikten sonra kıyıdan açılan topçu ateşinin de etkisiyle bir süre daha sürüklenip battı. 
            Günün sonunda Irresistible, Ocean, Bouvet tamamen batmış; Agamemnon, Gaulois, Inflexible ve Suffren ciddi derece hasar almıştı. Bizde ise 79 kayıp vardı. Ayrıca 18 de Alman askeri hayatını kaybetmiştir. Fakat tabyaların durumu iç açıcı değildi, müttefikler tekrar zorlasa çok zor duruma düşebilirdik. Bunu dönemin paşalarının hatıratlarında da görüyoruz. Fakat kabinede iyimser bir hava olmasına karşın Lord Kitchener kara harekatı desteği olmadan donanma ile boğazın aşılabileceğine olan inancını yitirmişti. 
            Daha sonra hepimizin bildiği gibi müttefikler Mısır'da topladıkları kuvvetleri Gelibolu'ya çıkartarak tabyaları karadan susturma girişiminde bulundular ve gerçek anlamda bir kahramanlar savaşı, centilmenler savaşı yaşandı. Yaklaşık 500 bin insan bu kanlı mücadelede hayatını kaybetti. Bunlardan büyük çoğunluğu da hastalığa yenildi. 
             Küçük bir parantez açmakta fayda var. Kara harekatlarında da müttefiklerin kendini beğenmiş ve özensiz tavrını sürdürdüğünü görüyoruz. Harita çalışmaları çok kötüydü ve çıkarma alanları özensiz seçilmişti. Özellikle Anzak Koyu çok dramatiktir. Dar bir sahil şeridine çıkan askerler herhangi bir doğal siper bulamadılar. Hemen sahilin ilerisinden yüksek tepeler başlıyordu ve tırmanması zordu. Zaten tepenin üstü keskin nişancılarımız ve makineli tüfeklerimiz ile korunuyordu. 
(Altta Anzak Koyu'ndan bir görünüm. Gerçekten çıkarma yapılabilecek en kötü yerlerden biri. Sahilde doğal siper yok tepelerdeki askerler avantajlı. Böyle bir yerde tepedeki 100 asker rahatlıkla birkaç bin askeri kıyıda zor duruma düşürebilir.) 
image
           Her ne olursa olsun bu savaş birçok ulus için çok önemliydi. Avustralya gibi ülkelerde neredeyse mitolojik anlamlar kazandı. Onlar açısından da büyük kahramanlıklar ve trajediler yaşandı. Örneğin 14 yaşında olmasına rağmen kendisini büyük gösterip orduya katılan ve Gelibolu'da ölen James Charles Martin bir örnektir. 
          Yazıyı bu savaş üzerine söylenebilecek tek şeyle bitireyim istiyorum. Zaten her şey düğümlenir kalır sonrasında. Bu cümleler Avustralya'da bulunan Atatürk anıtının üzerinde de yazılıdır. 
“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”  M.Kemal Atatürk.